Öztürk’ün, Kur’an’ı tarihsel bir hitap kılabilmek için çaldığı bir başka kapı da, bir takım ayetlerde Kur’an’ın Allah Resulü ﷺ’ne ümmu’l-kurâ olarak nitelenen Mekke ve etrafındaki insanları uyarması için inzal edildiğini beyan buyuran ayetlerdir. Öztürk, bu ayetlerde ifade edilen Mekke’nin etrafının, coğrafik olarak Mekke’nin çevresi şeklinde tavsif edilebilecek beldelerden ibaret olduğunu, buna tüm dünya şeklinde bir mana vermenin son derece romantik olduğunu iddia etmektedir. Şöyle diyor Öztürk:
“(…)Öte yandan Hz. Peygamber’in genelde Arap toplumunu özelde de Kureyş kabilesini, diğer bir deyişle Mekke ve çevresinde yaşayan müşrik Arapları uyarması için gönderildiğini bildiren ayetler Kur’an’ın hitabının tarihsel ve yerel oluşunu gösterir. (…)Kanaatimizce çoğu zaman hesabı verilmeden savunulan evrensellik söylemi gerçekte slogan düzeyinde bir söylemden ibaret olup sahici bir değer içermemektedir. Kaldı ki bu söylem, daha önce de ifade edildiği üzere, Kur’an’ın sarih beyanlarına aykırıdır. Çünkü 6/En’âm 92, 367 Yâsin 6 ve 42/Şûrâ 7. ayetlerde Kur’an’ın Hz. Peygamber’e Kureyş’i, Mekke ve çevresinde yaşayan müşrik Arapları uyarmak için gönderildiği bildirilmektedir.”[1]
Bu iddialara red mahiyetinde söyleyeceklerimizi sıralayalım şimdi de:
- Bu gibi ayetlerde yer alan müşahhas vurguların hikmeti üzerinde araştırma yapıp kafa yormak gerekirken Öztürk, ayette geçen “Mekke ve etrafı” ifadesinden tarihselciliğe yol aramaktadır. Oysa ayet-i kerimede hususen Mekke ve etrafına dikkat çekilmesinin sebebi Kur’an’ın haddi zatındaki evrensel mesajını zarif bir üslupla dile getirmektir. Nitekim, müfessirlerin de dikkat çektiği üzere yeryüzünü bir aile olarak düşündüğümüzde anne makamındaki şehrin Mekke olması ve geriye kalan beldelerin ise onun yavrusu mesabesinde olması[2] söz konusudur. Zira, dünyadaki tüm müminleri namazlarında kıble gâh olma ve hac farizasında topyekun cem etme[3] meziyetine sahip olan bir başka belde yoktur. Cenab-ı Hak, yeryüzü ailesine gönderilen bu kitabın ilk muhatapları olan ve sair beldelere nispetle anne makamında olan Mekke ve ahalisini zikrederek tebliğin oradan dünyadaki tüm yavru beldelere yayıldığını anlatmaktadır. Bu zarif noktayı es geçerek ayetin vurgusunun sadece arap yarım adasıyla sınırlı olduğunu söylemek nasıl bir manipülasyondur?
- Bir başka tefsire göre, ayette öncelikle Mekke’nin zikredilerek sonra diğer beldelerin anılması, yeryüzünün döşenmesinin yaratılış itibarıyla Mekke’den yayıldığına dikkat çekmek içindir.[4] Bu ayet sadedinde neredeyse tüm tefsirler bu tevili zikretmekteyken, lehine gördüğü hususlarda olmayan ittifakı bile müfessirlere mal ederek aktarabilen Öztürk, tefsircilerin bu tevilini neden görmezden gelmiştir? Bu tutumun ilim peşinde olmakla izah edilebilecek bir yanı var mıdır?
- Kur’an-ı Kerim’in üslubunun bir gereği olarak belli ayetlerde sadece muayyen ve müşahhas vurgularda bulunmasının her zaman açısından genelliğe aykırı olmadığı herkes tarafından bilinen bir hakikattir. Öztürk’ün kurduğu mantık üzerinden gittiğimizde, Allah Resulü ﷺ’nün, çevre şehirler şöyle dursun sadece Mekke halkına gönderildiğini dolayısıyla Kur’an’ın da mahza onları uyarmak için indiğini söylememiz gerekecektir. Zira Cuma süresinin 2. âyetinde ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamberin gönderildiği ifade buyrulmaktadır. Araplara ümmül kuraya mensup oldukları için ümmî dendiğini hepimiz biliyoruz.[5] O halde bu ayet-i celile Efendimiz ﷺ’in sadece araplara gönerildiği üzerine vurgu yapmaktadır. Peki, bu kadarı Efendimiz ﷺ’in tüm insanlığı kıyamete dek uyarmak için gönderildiği hakikatini perdelemek için yeterli midir? Elbette değildir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz ayet içinde bulunan “baase fi’l-ümmiyyîne” ifadesi bir başka ayet-i celilede tüm müminleri içine alarak “baase fîhim” şeklinde karşımıza çıkmaktadır. İlgili ayet şöyledir: “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur.”[6] Öyleyse, bir ayet-i celilede ümmilere gönderildiği vurgusu yapılan Efendimiz ﷺ’in diğer ayet-i celilede tüm müminlere gönderildiğinin ifade edilmesi gibi Öztürk’ün bahsini yaptığı ayette Mekke ve etrafındakileri uyarması için gönderildiği ifade edilen Kur’an’ın, başka ayetlerde tüm insanlığa bir uyarı olarak gönderildiği sabittir. Müfessirler tam da bu noktada mevzubahis ayeti ittifakla, doğudan batıya Mekke dışındaki tüm beldelerde yaşayan insanlar olarak tefsir etmiştir.[7] Burada Kur’an’ın belli hikmetlere binaen yaptığı müşahhas vurguyu manipüle ederek ayetlerden tarihsellik ve yerelliğe kapı aralamaya çalışmak en hafif tabirle hainliktir.
- Yukarıda zikir kelimesinin “şeref” manasına geldiğini müfessirlerden naklederek olmayan bir ittifakı varmış gibi gösteren Öztürk bu ayet-i kerimede ise aynı müfessirlerin ne dediğine; ayeti nasıl hiç tefsir ettiklerine hiç bakmamıştır. Zira İbn Abbâs[8] ve Dahhak[9] gibileri bu ayet-i kerimedeki “ve men havlehâ” ifadesiyle tüm dünya beldelerinin kastedildiğini açık bir şekilde söylemekteyken o bu tefsiri hangi kıstaslara göre son derece romantik bulmaktadır? Oysa aynı müfessirlerin kendisine yarar gördüğü tefsirlerini hemen mesnet ittihaz ederek nakleden de kendisidir. Bu durum da Öztürk’ün ne denli gayr-ı ilmî ve gayr-ı ciddi bir tutum içinde olduğunun ayrı bir ispatıdır.
- Her seferinde İslam tefsir müktesebatının ciddi anlamda israiliyyâttan etkilendiği sloganına müracaat eden Öztürk gibileri, bu ayet-i kerime üzerinden tam bir İsrâîlî duruş sergilemektedirler. Daha açık bir ifadeyle, ayetteki “Mekke ve etrafı” ifadesini arap yarımadasına tahsis eden Öztürk, bu görüşüyle tam da Yahudilerin savunduğu iddiayı savunmakta ve onların amaçlarına hizmet etmiş olmaktadır. Nitekim, Yahudiler bu ayetle birlikte Hz. Peygamber ﷺ’in sadece arap yarımadasına gönderilen bir peygamber olduğunu iddia etmişlerdir.[10]
- Kur’an’ın her özel vurgusuna Öztürk gibi yaklaştığımızda birçok ayetle ilgili son derece garip manalandırmalarla karşılaşacağımız gibi ayetler arasındaki bütünlüğü de ciddi anlamda zarar geleceği bedihi bir hakikattir. Mesela, ayetle ilgili Öztürk’ün telakkisini kabul ederek Kur’an’ın münhasıran Mekke ve çevresinde kalan beldelere nazil olduğunu kabul ettiğimizde ayetin devamında gelen “Ahirete inanan kimseler ona inanırlar” şeklindeki hususi ifadeden diğer iman esaslarına inanmanın lazım gelmediğini anlayabilecek miyiz? Bir başka sual olarak, madem ahirete iman edenler Kur’an’a da iman ederler öyleyse neden ahiret inançları olan Yahudi ve Hristiyanlar bu kitaba inanmadılar sorusunu mu soracağız? Bu soruları sormamıza engel olan düşünsel zemin neden ayetin öncesindeki ifadeleri hususi olarak ele almamızı sağlamaktadır? Bu sorunun taassup ve ön yargıyla hükme varma eğiliminden başka bir cevabı var mıdır?
- Tüm bunlara rağmen bir an için durup Öztürk’ün bu ayete verdiği mananın doğru olduğunu ve buna göre Kur’an’ın gerçekten de o yöredeki insanlara indiğini kabul edelim. Peki, böylesi bir kabul konu sadedinde kalan diğer ayet-i kerimelere uygun olacak mıdır? Mesela, böyle bir kabulle yola çıktığımızda “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim”[11], “Bu Kur’an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu” [12], “Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir”[13], “Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed’e Furkan’ı indiren, Allah, yüceler yücesidir”[14], “Ehl-i kitaba ve ümmîlere de: “Siz de Allah’a teslim oldunuz mu?” de. Eğer teslim oldularsa doğru yolu buldular demektir. Yok eğer yüz çevirdilerse sana düşen, yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını çok iyi görmektedir”[15] gibi ayet-i kerimeleri nasıl anlayacağız? Öyle ya, bir yanda sadece Mekke ve çevresine nazil olduğu bildirilen Kur’an’ın, diğer ayetlerde istisnasız tüm alemlere indirildiği bildiriliyor? Kur’an’da çelişki var mı diyeceğiz? (Hâşâ). Bunu iddia edemeyeceğimize göre bunca ayet-i kerimeyi görmezden gelerek ilgili ayetin Öztürk’ün anladığı manada anlaşılmayacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Müfessirler daima Kur’an’ın kendi içindeki bütünlüğünü koruma adına, bir meseleyle ilgili hükme giderken yahut herhangi bir ayetin manasını dirayetleriyle kavramaya çalışırken mevzuyla ilgili tüm ayetleri değerlendirmişlerdir. Modern Kur’an telakkilerinin hemen tamamının ihmal ettiği bu usulün sahih tefsir menheciyle bidat ve batıl tefsir akımlarının arasını ayıran temel farika olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yüzden İbn Kesir bahsini yaptığımız ayetteki “ümmü’l-Kurâ ve çevresi” ifadesinden niçin Kur’an’ın yerel bir kitap olduğu manasının anlaşılamayacağını yukarıda zikri geçen ayetleri gerekçe göstererek izah etmektedir.[16]
[1] Nustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, s. 15
[2] el-Bikâ‘î, İbrâhim b. Ömer, Nazmu’d-Dürer fî Tenâsubi’l-Âyâti ve’s-Süver, Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, Kahire, XVII/249
[3] Abdülkerim Yunus el-Hatîb, et-Tefsîru’l-Kur’ânî li’l-Kur’ân, Daru’l-Fikri’l-arabî, IV/238
[4] Taberî, Cami‘u’l-Beyân, XI/531; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, I/102; el-Bikâ‘î, Nazmu’d-Dürer, XVII/249; İbn Âdil ed-Dımeşkî, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, I/500
[5] Mahmud b. Ebu’l-Hasen en-Nîsâbûrî, Îcâzu’l-Beyân an Me‘âni’l-Kur’ân, Daru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrut, 1415, Baskı: I, I/195
[6] Âl-i İmrân, 164
[7] İbn Âdil ed-Dımeşkî, Ebu Hafs Sirâcuddin Ömer, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1419, Baskı: I, VIII/285
[8] İbn Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân, XI/530
[9] İbn Ebî Hatim er-Râzî, Ebu Muhammed Abdurrahman b. Muhammed, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mektebetu Nezzâr Mustafa el-Bâz, 1419, Baskı: III, IV/1345
[10] Nizâmuddin en-Nîsâbûrî, Ğarâibu’l-Kur’ân ve reğâibu’l-Furkân, III/120
[11] A‘râf, 158
[12] En‘âm, 19
[13] Hûd, 17
[14] Furkan, 1
[15] Âl-i İmrân, 20
[16] İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 3/301
Cevapla
Yorumları Görüntüle