Soru: Tasavvuf konuları içinde en çok dikkatimi çekenlerden biri de tayy-i zaman ve tayy-i mekan konusudur. Tasavvuf kaynakları buna yer veriyorlar. Böyle bir şey gerçekten olabilir mi?
Cevap: Soruyu cevaplandırmaya başlamadan önce tayy-i zaman ve mekanın ne demek olduğunu beyan edelim. Lügavî anlamı itibarıyla bir şeyi dürmek,[1] bir kısmını diğerine katmak,[2] gibi manalara tekabül eden طي/tayy kelimesi, zaman ve mekana izafe edilmekle “zamanın veya mesafesinin dürülmesi” anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, bir an içinde çok uzun bir zaman yaşamaya tayy-i zaman, uzak bir mesafeye bir anda gitmeye tayy-i mekan denmektedir. El-Kâşânî’ye göre tayy-i zaman, kısa olan zamanın uzuna çevrilmesidir. Zira zaman denen şeyin bir de aslı vardır ki o da “daimî an” dır. Bu ana malik olan kişiye ise “sahibu’z-zaman” denmektedir.[3]
Tayy-i zaman ve mekanın harikulade bir hadise olduğunda hiç kuşku yoktur. Bu sebeple tasavvufî eserlerde sûfilerin kerametlerinden sayılmıştır.[4] Hemen belirtelim ki bu harikulade durum sadece sufilere mahsus, onların ihdas ettiği bir şey olarak anlaşılmamalıdır. Nitekim, Allah Resulü ﷺ’nün Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya ve oradan da göklere yapmış olduğu yolculuk bunun bir misali olarak zikredilmektedir.[5] Zira bu hadise her ne kadar bir peygamberin mucizesi olarak tezahür etmiş olsa da netice itibarıyla zaman ve mekanın bir harikulade olay olarak dürülebilmesinin haddi zatında mümkün olduğunu göstermektedir.
Hz. Süleyman’ın isteği üzerine, peygamber olmayan Âsâf b. Berhiya’nın göz açıp kapayacak kadar kısa bir müddet zarfında Belkıs’ın tahtını Yemen’in en uç noktasından Bilâd-ı Şâm’ın en uç noktasına getirmesi de bahsinde olduğumuz meselenin bariz bir delilidir.[6] Keza Ashâb-ı Kehfin üç yüz dokuz sene uyudukları müddeti bir gün veya bir gündeki bir an zannetmeleri de[7] bahsimize misal teşkil etmektedir.
Bütün bunlar ve benzerleri bize içinde yaşadığımız zamanın ve kastettiğimiz mesafelerin bunları yaratan Allah ﷻ’ın dilemesiyle dürülebileceğini ve mevcut düzenin o ana mahsus aşılabileceğini göstermektedir. Zamanın dürülmesine somut bir misal verecek olursak, İmam et-Taberî, Nevevî, Suyûtî ve el-Leknevî gibi zatların hayatlarına bakınız. Bu kadar bir ömre normal şartlarda o devasa çalışmaları ve eserleri sığdırmak mümkün müdür? Madem mümkünse bugün çok daha fazla maddi imkanlara sahip olmamıza rağmen biz bunun çeyreğine dahi neden muvaffak olamıyoruz? Tayy-i zamanı inkâr eden zihin yapısının bu somut misallere da sahici cevap verebilmeleri gerekir.
Ne yazık ki biz bugün materyalist düşünceyi esas edinmiş ve her şeye madde planından bakan bilimsel söylemlerin tazyiki altında kaldığımız için bunları idrak etmekten aciz kalıyoruz. Esas problemimiz bu aslında. Aksi takdirde manevi alemin acayipliğini bilsek o alemin dehşet verici harikuladeliğini bihakkın idrak etsek bunların son derece kolay işler olduğunu anlamış olacağız.
İnsan olarak asıl müşkilimiz, sürekli müşahede ettiğimiz şeyleri belli bir zaman sonra normal şeyler olarak telakki etmemiz ve hiç görmediğimiz şeyleri ise garipseyip inkâr etmemizdir. Oysa bugün bizim şu alemde gördüğümüz her şey bir mucizedir. Varlığımız, dağlar, taşlar, güneş, ay, gece ve gündüzün tahavvülü gibi… Peki, bütün bunları gözümüzde normalleştiren şey nedir? Elbette ki bunları sürekli olarak müşahede ediyor oluşumuzdur.[8]
Bu bağlamda bir misal olarak zikredelim: Bir veli zatın bir anda bir yerden bir yere gitmesini anlamayan bir kişi güneş ışığının yüz elli milyon kilometrelik mesafeyi sadece sekiz dakikalık bir süre zarfında kat ederek dünyamıza ulaşmasını nasıl anlayabilmektedir? Yahut evliyaullahın bir anda bir yere gitmesine şaşıran zihniyete, ruhun bir anda hayal gücüyle dünyanın istediği yerine gidebilmesini normal kabul ettiren şey nedir?
Yahut, keramet mahsulü dünyanın bir ucundaki adamla görüşülmesini inkâr eden adam bunun telefon vb. vasıta ile olan şeklini nasıl makul buluyor? Bu ve benzeri soruların cevabı elbette ki yukarıda temas ettiğimiz noktadır: İnsan iç içe yaşadığı mucizeleri normal kabul eden, hiç görmediği harikulade olayları ise garipseyip inkar eden bir varlıktır. Henüz keşfedilmeden önce görüntülü konuşmanın mümkünlüğünü bu zihniyete anlatmaya kalksaydık inanın aynı inkarcı tutumla karşılaşacaktık.
Ez cümle, Allah Teâlâ bu kainatın bir düzen içinde yürümesi için elbette bir takım kurallar vaz etmiştir. Buna biz “ilâhî nizam” diyoruz. Fakat yeri ve zamanı geldiğinde bu kuralları vaz eden Cenab-ı Hak dilediği zamanda dilediği kul için bunları kaldırabilir. Böylece ilâhî kudretin yardımıyla zaman da dürülür mekan da. Bunda garipsenecek, inkâra mahal olacak hiçbir yön yok.
Meassselame…
[1] İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, XV/18, Muhammed b. Muhammed el-Hüseynî, Tâcu’l-Arûs, 38/512
[2] İbrahim Mustafa, Ahmed ez-Zeyyât, Hâmid Abdülkadir, Muhammed en-Neccâr, el-Mucemu’l-Vesît, II/613
[3] Abdürrezzak el-Kâşânî, Letâifu’l-İ‘lâm fî İşârâti Ehli’l-İlhâm, Thk: Said Abdülfettah, el-Hey’etu’l-Mısriyyetu’l-Âmme li’l-Kitâb, 2007, Baskı: III, I/283
[4] Bkz. Ebubekir b. Muhammed el-Kelâbâzî, et-Taarruf li Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, Daru’l-Kütübi’-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, s. 71
[5] Gerçi İmam Fahrurrazi bu meseleyi hakikat namına gözünü sadece maddeye hasretmiş olanlara yönelik hendesî açıdan bir tahlil yapmaktaysa da (Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Fikr, 1981, Baskı: I, 20/148-150) ulema bu olayı mucize olarak telakki etmiştir.
[6] Ebu’l-Hasen Ali b. Osman el-Hucvîrî, Keşfu’l-Mahcûb, Thk: Ahmed Abdurrahim es-Sâyih, Tevfik Ali Vehbe, Mektebetu’s-Sekâfeti’d-Dîniyye, Kahire, 2007, Baskı: I, s. 260
[7] Kehf, 19
[8] Bu noktada güzel bir tafsil için bkz. İsmail Fennî Ertuğrul, Lügatçe-i Felsefe, Çizgi Kitabevi, Konya, 2015, s. 262-263
Cevapla
Yorumları Görüntüle