Ehl-i Sünnet Nazarında Hz. Muaviye (Radıyallahu Anh)

Sahabe İslamın omurga kuşağıdır. Bunun böyle olduğunu bilen sahabe tenkitçileri omurgayı zedelemek ve bütünüyle bünyeyi teslim almak için cerh etmeye çalışırlar sahabeyi. Kimsenin masumiyetlerini savunmadığı ashab-ı kirâmı beşer icabı kendilerinden sadır olan bir kısım hataları üzerinden eleştirerek hedeflerine varmak isterler. Sahabe arasındaki ihtilaflar ve anlaşmazlıklar bulunmaz bir nimettir onlar için. Allah ﷻ tarafından tayin edilmiş bir hakemmişçesine bu kargaşalardaki haklıyı tespit etme adına bir kısım sahabilerin hata ve açıklarını ibraz etme gayreti güderler. Tarihteki kökleri: Şia, Havâric, Mu’tezile ve Cehmiyye gibi bidat fırkalara dayanan bu sapkın akımın günümüzdeki tezahürü de farklı veçheleriyle çıkıyor karşımıza. Dünden bu güne devam edegelen bu arızalı cereyana karşı, itikadî duruşunu Kur’an ve sünnet bütünlüğü istikametinde tanzim eden müslümanların müteyakkız olmaları gerekiyor.

Sahabe tenkitçiliği dendiğinde akla ilk gelen sahâbî Muaviye (radıyallahu anh)’dir şeksiz şüphesiz. Hz. Ali (radıyallahu anh) ile arasında geçen bir kısım savaşlar ve istismarcı taife tarafından kasıtlı olarak yanlış aks ettirilen bazı vakıalar Hz. Muaviye (radıyallahu anh)’nin şahsında bütün sahâbeyi müminlerin nazarındaki mevkilerinden düşürmek için malzeme olarak kullanılmaktadır. Böylelikle bu tarz iftiraların aslî hüviyetini araştırıp öğrenme altyapısına sahip olmayan müminlerin sahabe algısı zedelenmiş olacak ve sahabenin naklettiği dinî müktesebâta da şâibe düşmüş olacaktır. Dünden bu güne ardı arkası kesilmeyen sahabe tenkitçiliğinin ardında yatan esas niyet budur.

Kur’an’a itiraz etme mertliğini gösteremeyenlerin sünnete ve hadislere, Hz. Peygamber ﷺ’e karşı koymaya cüret edemeyenlerin sahabeye saldırdığı bir ilhâd silsilesi bu. İslam uleması  bu silsilenin güttüğü amacı o üstün basiretleriyle görmüş ve müminleri bu hususta müteyakkız olmaya davet etmiştir. Ebu Zür’a er-Râzî’nin, “Bir adamın Resulüllah ﷺ ’ın ashabından birini ayıpladığını görürsen bil ki; o zındıktır. Zira bizim nazarımızda Kur’an haktır, Resül haktır. Bu Kur’an’ı ve sünnetleri bize Resülullah ﷺ’ın ashabı nakletmiştir. Bunu yapanlar bizim şahitlerimizi iptal ederek esasında Kur’an’ı ve sünneti hükümsüz bırakma peşindedirler. Böyle kimselere yaraşan cerh edilmeleridir.  Ve onlar zındıklardır. ”[1] şeklindeki sözü bunun örneğidir.

Ehl-i Sünnet Hiçbir Sahâbiyi Kötülemez

Sahih İslam inancı demek olan Ehl-i sünnet itikadında sahâbenin tamamına muhabbet beslemek ve onlara tazim hususunda aralarında hiç bir ayrım gözetmemek imanın bir gereğidir. İmam et-Tahâvî ehl-i sünnet itikadının temel parametrelerini anlattığı o meşhur akide metninde şöyle diyor bu konuda: “Resulüllah ﷺ’ın ashabını severiz ve onlardan hiç birini sevme konusunda tefrite düşmeyiz. Hiç birinden de teberri etmeyiz. Ashaba buğzedip hayırla yad etmeyenlere biz de buğz ederiz. Ve biz onları ancak hayırla anarız. Onları sevmek dindir, imandır ve ihsandır. Onlara buğz etmek ise küfürdür, nifaktır ve tuğyan/azgınlıktır.”[2] Ashab-ı kirâma bakışımızın nasıl olması gerektiği hususunda istikamet yönümüzü tayin eden bu ifadeler eslâfımızın sahabe konusundaki mutedil duruşunu yansıtması açısından çok önemlidir.

Ehl-i sünnet ulema sahabe arasında meydana gelmiş bir takım ihtilaf ve anlaşmazlıklarda da benzeri bir mu’tedil tutum sergilemişlerdir. Bu hadiseleri müslümanların gündemlerine taşıyıp haklı haksız incelemelerine girmenin faydadan çok zarar getireceği düşüncesiyle konuşmamayı eslem yol kabul etmişlerdir. Ömer b. Abdülaziz (Rahmetullahi aleyhe) ’e  “ Sıffîn ehli hakkında ne dersin? ” denildiğinde söylediği “ Bunlar Allah ﷻ’ın benim ellerimi temiz tuttuğu kanlardır. Lisanımı bunlara bulaştırmak istemem ”[3] şeklindeki söz bu konularda konuşmanın anlamsızlığı ve zararını anlatması bakımından numune kabul edilebilecek bir sözdür.

Akaid İmamlarımızdan İmam et-Teftâzânî de sahabenin ihtilafları mevzuunda takınmamız gereken tavrı şöyle özetler: “Aralarında meydana gelen çekişmeler ve muharebelerin hamledileceği noktalar ve teviller vardır. Onlara sövmek ve haklarında kötü konuşmak şayet Hz. Aişe (Radıyallahu anha)’ye zina iftirasında bulunmak gibi kat’î delillere muhalif olan türdense bu küfürdür. Aksi takdirde bidattır.”[4] İmam et-Tahâvî ve et-Teftâzânî’den yaptığımız bu nakiller bir şahsın sahih bir itikada sahip olmasında sahabe inancının belirleyici unsur olduğunu göstermektedir.

İmam-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu) de şöyle söylüyor bu konuda:[5] “Hz. Ali (radıyallahu anh)’nin Muaviye (radıyallahu anh) ile muharebe ve çekişmesi hilafete olan meyli ve rağbeti sebebiyle olmamıştır. Bilakis, devlet başkanına karşı gelenle savaşmanın farz ve zaruri oluşundandır. Nitekim Cenab-ı Hak “Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın”[6] buyurmaktadır. Sözün özü, Hz. Ali (radıyallahu anh) ile savaşanlar tevil ile başkaldırdıkları ve  içtihat sahibi oldukları için her ne kadar bu içtihatlarında hatalı olsalar dahi haklarında kötü konuşulmasından, kınanmaktan, fıska ve küfre nispet edilmekten beridirler. Hz. Ali (radıyallahu anh) de onlar hakkında: “Kardeşlerimiz bize başkaldırdılar. Fakat onlar ne fasıktırlar ne de kafirdirler. Çünkü ellerinde tevil var” demiştir. İmam Şafii şöyle demiştir –ki bu Ömer b. Abdülaziz’den de nakledilmektedir: “Bunlar (hadiseler) Allah’ın ellerimizi kendisinden temiz kıldığı olaylardır. Biz de dillerimizi temiz tutalım.”

“Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[7]  

Muaviye (Radıyallahu anh) Kapının Kulpudur

İslâm’ı manen tahrif etme niyetinde olup sahabenin tamamını tezyif etmeyi göze alamayanlar Muaviye (radıyallahu anh) üzerinden İslam’a ve sahabeye saldırmaktadırlar. Bu anlamda Hz. Muaviye (radıyallahu anh)’nin bir müslümanın itikadî istikameti ve din bütünlüğünün ölçülüp tartılmasında bir mihenk taşı olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Nitekim Abdullah b. Mübarek’in “Muaviye bizim nazarımızda bir imtihandır.  (معاوية عندنا محنة) Kimin Muaviye’ye kem gözle baktığını görürsek onu ashabın tamamını kastetmekle itham ederiz”[8] şeklindeki sözü de söylediğimizi tasdik eder mahiyettedir.

Muaviye (radıyallahu anh)’ye kapının kulpu denmesinin sebebi de budur. Zira her hangi bir kapıyı aşıp onun ardındaki yerlere varmak isteyenlerin kulpla olan münasebeti herkesçe malumdur. İmam en-Nesâî’ ye “Muaviye hakkında ne dersin?” diye sorulduğunda “İslam kapısı olan bir ev gibidir. İslâm’ın kapısı sahâbedir. Sahabeye eziyet edenin İslam’a kastı var demektir. Kapıyı delen kişinin kapıdan girmeye kastının olduğu gibi. Muaviye’yi tenkit eden kişinin asıl maksadı sahabedir”[9] şeklinde verdiği cevap bir kimsenin sahabeye bakış açısını Muaviye (radıyallahu anh)’ den ölçebileceğimiz anlamına gelmektedir. Rebî’ b. Nâfi’ el-Halebî’ nin “Muaviye Resulüllah ﷺ’ın ashabı için bir perdedir. Bir adam perdeyi açtığında perdenin arkasına (taşkınlık yapmaya) cüretlendi demektir”[10] şeklindeki manidar sözü de bu meyanda ehemmiyet arz etmektedir.

Allah Resulü ﷺ’ nün Dua ettiği Sahâbî: Hz. Muaviye

Hz. Muaviye (radıyallahu anh) Resulüllah ﷺ’ın duasına mazhar olmuş bir mübarek sahâbidir ehl-i sünnet nazarında. Kaynaklarımız, Hz. Peygamber ﷺ’in Muaviye t’ye farklı zaman ve mekanlarda muhtelif dualarda bulunduğunu kaydetmektedir. Nitekim Allah Resulü ﷺ’nün bir keresinde onun için “Allah’ım, onu doğru yolu gösteren ve doğru yolda olan biri kıl ve onunla (insanları) hidayete eriştir”[11] şeklinde dua ettiği çok meşhur bir rivayet olarak nakledilmektedir. Peygamber ﷺ’in duasının müstecap olduğunda kuşku yoktur. Böylesine müstecap ve mübarek bir duaya nail olmuş bir sahâbînin fazileti hususunda nasıl şüphe duyulabilir?[12] Allah Resulü ﷺ’nün hidayeti için, hayırlara vesile olması ve insanların hidayet rehberi olması için dua ettiği bir sahabîye karşı bize düşen tek şey onu tazim ve hürmetle yâd etmektir.

Allah Resulü ﷺ’nün Muaviye (radıyallahu anh)’ ye duası bununla sınırlı değil elbette. “Allah’ım Muaviye’ye hesabı, kitabı öğret ve onu azaptan koru”[13] şeklindeki duası Hz. Peygamber ﷺ’in  Muaviye (radıyallahu anh) için yaptığı bir başka duadır. Bu mübarek dünyanın dünyadaki bir tezahürü olarak Cenab-ı Hak Muaviye t’ye vahiy katipliği gibi mübarek bir vazifeyi nasip etmiştir.[14] Hz. Peygamber vahit kâtipliğinin dışında bir takım mektupları yazması için de Hz. Muaviye’yi çağırdığı rivayetlerde zikredilmektedir. Nitekim, Mesruk b. Vâil Allah Resulü ﷺ’ne gelip müslüman olunca kavmini İslam’a davet edecek bir takım adamlar göndermesini istemişti Resulüllah ﷺ’tan. Hz. Peygamber ﷺ de Muaviye (radıyallahu anh)’ye emr edip bir mektup yazdırmış ve bu zatın kavmine davetçi olarak  Ziyad b. Lebîd’i göndermiştir.[15]

Bu mübarek nebevî duanın müstecâb oluşunun dünyadaki tecellisi bu şekilde tezahür ettiğine göre ahiret tecellisi de –biiznillâh- Hz. Muaviye’nin azaptan korunmasıyla tahakkuk edecektir. Zira Efendimiz ﷺ ’in umûmî anlamda Muaviye t’ye dua ettiğini anlatan şu rivayette konumuza ışık tutmaktadır: Ümmü Haram kendisinin Peygamber ﷺ’den: “Ümmetimden ilk olarak denizde gaza eden kimseler (mağ­firet olunmayı veya cenneti kendilerine) vâcib kılmışlardır” buyurur­ken işittiğini anlattı. Ve dedi ki: “Ben de: “Yâ Rasûlellah ﷺ! Ben bunların içinde miyim?” diye sor­dum; “Sen onların içindesin” buyurdu. Bundan sonra Pey­gamber ﷺ : “Ümmetimden Kayser şehrine ilk kez gaza eden ler de mağfiret olunmuşlardır” buyurdu. “Ben bunların içinde miyim yâ Rasûlellah?” diye sordum. “Hayır!” diye cevap verdi.[16] Bu rivayette Hz. Peygamber ﷺ ümmetinden ilk kez deniz muharebesi yapanlara duada bulunmuştur. Ve İslam tarihinde bu şerefe nail olmuş ilk şahıs da Hz. Muaviyedir. [17]

Ümmet-i Muhammed’in Dayısı: Hz. Muaviye

Kur’an-ı Kerim Hz. Peygamber ﷺ’in eşlerinin müminlerin anneleri olduğunu ifade eder.[18]Muaviye (radıyallahu anh) ise Hz. Peygamber ﷺ’in mübarek zevcelerinden Ümmü Habîbe annemizin kardeşidir. Bu itibarla ümmetin dayısıdır. Allah Resulü r’nün akrabalarına -mümin oldukları sürece- tazim ve hürmet göstermemiz mümin olarak bir vazifedir bizler için. Zira De ki: “Ben bu tebliğime karşı sizden akrabalıkta sevgiden başka hiçbir ücret istemiyorum” [19]şeklindeki ayet-i kerime kimi müfessirler tarafından Hz. Peygamber ﷺ’in, bizden, akrabalarına karşı sevgi beslenmemizden başka bir şey istemediği şeklinde tefsir edilmiştir.[20] Resulüllah ﷺ’ın dünya ve ahiretimizi kurtaracak tebliğine karşı onun akrabasına göstermemiz gereken tazime riayet etmeyip onlardan biri hakkında tenkitvari konuşmak en hafif tabirle nankörlük ve hadsizliktir.

Efendimiz ﷺ ile arasında kan bağı bulunan akrabası ile sıhriyet yoluyla ona yakın olanlar arasında bu hususta bir ayrım yapılamaz. Zira Efendimiz ﷺ’in “Benim hısmım ve nesebim dışındaki bütün nesepler ve sıhriyetler kesilecektir”[21] şeklindeki hadisleri hısımlığının da mukaddes olduğunu tasrih etmektedir. Seleften el-Meymûnî Bu hadisi Ahmed b. Hanbel’e zikrederek “Bütün bunlar Muaviye (radıyallahu anh) için de geçerli midir?” dediğinde İmam Ahmed “evet” demiştir.[22] Aynı el-Meymûnî (rahimehullah) şöyle nakl ediyor: Ahmed b. Hanbel’e Muaviye t ve İbn Ömer t’in müminlerin dayısı olup olmadıklarını sordum “Evet, Muaviye t, Ebu Süfyân’ın kızı Nebi r’nin eşi Ümmü Habîbe (radıyallahu anha)’nın kardeşidir, İbn Ömer (radıyallahu anh) de Nebî’nin eşi Hafsa (radıyallahu anha)’nın kardeşidir” dedi. O halde “müminlerin dayılarıdır” diyebilir miyiz? Dediğimde “evet” diye cevap verdi.[23]

Ümmet’in, Hakkında Hüsn-ü Şehâdette Bulunduğu Zât: Hz. Muâviye

Başta sahabe-i kiram olmak üzere tabiun ve tebe-i tabiin neslinden İslam büyüklerinin de hakkında hüsn-ü şehâdette bulundukları bir zattır Hz. Muaviye. İbadetlerindeki sünnete ittibanın keyfiyetine dair Ebud Derdâ (radıyallahu anh)’nın “Resulüllah ﷺ’tan sonra sizin şu Emîriniz (Hz. Muaviye)’nin namazından daha çok  Allah Resulü ﷺ’nün namazına benzeyen bir başkasını görmedim”[24] şeklindeki şehâdeti bunlardan bir tanesidir sadece. Sahabenin önde gelenlerinden olan Ebu’d-Derdâ (radıyallahu anh)’nın onun hakkındaki bu şehâdeti Muaviye (radıyallahu anh)’nin İslam’ın direği mesabesindeki namazı ikâme etmek hususunda ne kadar müstakim bir sahâbî olduğunu göstermektedir.

Muaviye (radıyallahu anh)’ye dair ashabın ve  ümmetin şehâdeti sadece ibadet tarafına yönelik değildir. Bir devlet başkanı olmasına dair şehâdetleri de vardır ashabın. Bu bağlamda aşere-i mübeşşereden olan Sa’ b. Ebî Vakkas’ın “Osman (radıyallahu anh)’dan sonra şu kapının sahibi (Muaviye radıyallahu anh)’den daha çok haklıya hakkını veren bir başkasını görmedim”[25] şeklindeki sözü de Muaviye t’nin hilafetinde ne denli hak-hukuka riayet eden bir devlet başkanı olduğunu resm etmektedir. Hakeza İbn Abbas (radıyallahu anh) gibi yüce bir sahâbînin “ Muaviye (radıyallahu anh)’den daha çok hilafete layık olan birini görmedim”[26] demesi de onun halifeliği ne kadar adalet zemininde yürüttüğünün bir başka delilidir.

Hz. Ömer, Umeyr b. Sa’d el-Ensârî (radıyallahu anh)’ı Humus’taki görevinden alıp yerine Hz. Muaviye (radıyallahu anh)’yi tayin etmiştir. Bu olay üzerine insanlar: “Umeyr (radıyallahu anh) ’i azl edip yerine Muaviye (radıyallahu anh) ’yi mi görevlendirdi?” gibi dedikodulara başlayınca vazifeden azl edilen Umeyr (radıyallahu anh): “ Muaviye’yi ancak hayırla yâd ediniz. Zira ben Resulüllah ﷺ’ın onun için ‘Allah’ım, (insanları) onunla hidayete eriştir’ buyurduğunu işittim” demiştir.[27] İbn Kesir bunu söyleyen kişinin görevden alınan Umeyr değil de Muaviye (radıyallahu anh)’yi göreve atayan Hz. Ömer (radıyallahu anh)’in olmasının daha doğru olduğunu söyler. Zira mazeret beyan etme makamında olan kişi Umeyr (radıyallahu anh) değil Ömer (radıyallahu anh) dir.[28] Hz. Ömer (radıyallahu anh) gibi ulu bir sahâbînin onu Humus’a tayin etmekten öte tezkiye edici mahiyetindeki şu sözleri dahi Muaviye t hakkında kötü kelam etmenin büyük bir vebal taşıyacağının göstergesidir.


[1] el-Mizzî, Yusuf b. Zeki Abdurrahman Ebul Haccâc, Tehzîbu’l-kemâl fî esmâi’r-ricâl, Müessesetu’r-risale, Beyrut-Lübnan, 1980, B.I, XIX/ 96, Hatip el- Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, elMektebetu’l-İlmiyye, Medine-i Münevvere, I/49

[2] Ebu Ca’fer et-Tahâvî, el-Akîdetu’t-Tahâviyye, Daru İbn Hazm, Beyrut-Lübnan, 1995, Baskı: I, s. 29

[3] Ebu Tahir es-Silefî, Sadruddin el-Isbehânî, et-Tuyûriyyât, Mektebetu Edvâi’s-selef, Riyat, 2004, B.I,  IV/1318, No: 1277, Ebubekir ed-Dîneverî, el-Mücalese ve Cevâhiru’l-ilm,Daru İbn Hazm, Beyrut-Lübnan, 1419, V/148, No: 1965, Ebu Nuaym el-Isbehânî, Hilyetu’l-evliyâ, Daru’l-kitabi’l-arabî, Beyrut, IX/114,  İbn Abdilber, Cami’u beyâni’l-ilm ve fadlih, Daru İbni’l-cevzî, Suud, 1994, B.I, II/934, No: 1778

[4] Sa’duddin et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, Mektebetu’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye, Kahire, 1987, Baskı:I, s. 102

[5] İmam-ı Rabbânî, Ahmed el-Fârukî es-Serhendî, el-Mektûbât, II/150

[6] Hücurât, 9

[7] Haşr, 10

[8] İbn Asâkir, Tarihu Dımeşk, LIX/209

[9]  el-Mizzî, a.g.e., I/340

[10] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru Hicr, 1997, Baskı: I, XI/450

[11] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXIX/426, No: 17895, Tirmizi, Menâkıb, No: 3842, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 656, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No: 311, Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, VIII/358,

[12] Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, Daru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 2002, Baskı: I, IX/4022

[13] Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No: 333, Ebubekir el-Hallâl, es-Sünne, Daru’r-Râye, Riyat, 1989, Baskı:I, No: 696, Buhâri, et-Târîhu’l-Kebîr, Dâiretu’l-Me’ârifi’l-Usmâniyye, Haydarâbâd, VII/327

[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/398, No: 2651

[15] İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 1415, Baskı: I, III/389

[16] Buhârî, “Kitâbu’l-Cihâd”, No: 2766, Hâkim, el-Müstedrek, No: 8668,  Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 323, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No: 444

[17] İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1379, VI/102

[18] Ahzâb, 6

[19] Şûrâ, 23

[20] Taberî, Cami’u’l-Beyân, Müessesetu’r-Risâle, 2000, Baskı: I, XXI/524

[21] Ebubekir el-Hallâl, es-Sünne, No: 654

[22] el-Lâlekâî, Şerhu Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemâ’a, No: 2786

[23] el-Hallâl, es-Sünne, No: 657

[24] Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No: 282

[25] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XI/435

[26] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XI/439

[27] Tirmizi, “Menâkıb”, No: 3843, Muhibbuddin el-Hatib, el-Avâsım mine’l-Kavâsım ta’lîki, Vizâretu’ş-Şuûni’l-İslamiyye, Suud, 1419, Baskı: I, s. 80

[28] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XI/408