Selefiyye’nin Anlama Problemi Çerçevesinde Mevlid Kutlamaları Üzerine Mülâhazalar

Giriş

Kâinatta cereyan eden kimi hadiseler fizik ve metafizikten müteşekkil her iki perspektif açısından değerlendirilmediğinde kâsır olarak anlaşılmış olurlar. Değerleri büyük olan maddi veya manevi şeyler yüzeysel bir bakış açısıyla değerlendirildiklerinde taşıdıkları manayı yitirebilirler. Aslında mevcudattaki fiziksel-metafiziksel objelerin kadir ve kıymeti, onları değerlendirenlerin düşünce ve duygu dünyasındaki tekabül ettikleri mertebeyle ölçülebilir ancak. Bu münasebetle bazı şahıslara göre paha biçilemeyecek cinsten addedilen vakıalar diğer kesim tarafından o denli bir ilgiyle karşılanmayabilir. Hatta mevzuya bakış açısındaki alt yapıdan neşet eden muhtelif mülahazalar, mezkur konu hakkında biri kıymetli diğeri absürt olmak üzere tamamen mütenakız dahi olabilir. Bu durum tamamen konuyu tahlile tabi tutan kesimlerin mevzuya farklı açılardan bakmalarından kaynaklanmaktadır.

Bütün bunlar müvâzenesinde bahse medar ettiğimiz mevlid-i nebi konusuna gelecek olursak; konu hakkında modern selefilerin aşırı bir tutum sergileyerek mevlid-i nebi kutlamalarına bidat dediklerini ve buna karşı olarak da ehl-i sünnet âlimlerinin bunu güzel bir fiil olarak telakki ettiklerini görmekteyiz.

Meselenin aslına baktığımızda bu günkü selefilerin kutlu doğum ve mevlid-i nebi kutlamalarına bidat gözüyle bakmalarının beslenmiş oldukları kaynakların ve yetişme kökenlerinin doğal bir neticesi olduğunu söyleyebiliriz. Zira kökeni itibarıyla büyük ölçüde İbn Teymiye’ye dayanan çağdaş selefiye hareketi, Hz. Peygamber ﷺ ’in yaşayanlar adına hiçbir fayda tahsil edemeyeceği,[1] kabrini ziyaret etme kastıyla yolculuk etmenin masiyet sayılacağı[2] gibi bir yığın mevzuda aynı noktadan beslenmektedirler. Şu farkla ki; mevcut selefiye kimi zaman bazı konularda imamları İbn Teymiye’nin gösterdiği müsamahayı gösterememekte ve onun cevaz havzasında ele aldığı olayı onlar adem-i cevaz sahasına çekebilmektedirler.[3]

 Mevcut Selefiliğin Peygamber tasavvuru

Tarihte bidat bir fırka olarak tezahür etmiş olan Selefiye akımı, Selef döneminde bir takım siyasal kargaşaların neticesi olarak ortaya çıkmış olan Haricilerin devamı olarak telakki edildi. Zira nasları anlama noktasında tıpkı onlar gibiydiler. Onlar gibi ümmeti tekfir ediyor ve kanlarını helal kabul ediyorlardı. Bundan ötürü de ulema bu kesimin baği hükmünde olduğu şeklinde fetva verdi.[4]

İbn Teymiye’den bu yana selefiye akımının Peygamber tasavvurunda bir takım arızalı noktalar her zaman kendini göstermiştir. O zamandan bu yana esas noktasında değişen pek de bir şey yoktur. Sözgelimi İbn Teymiye Peygamber ﷺ’in kabrini ziyaret maksadıyla yapılan yolculukların masiyet oluğunu söylemiş, günümüz selefileri de bu fetvayı aynen yinelemişlerdir.[5]

İbn Teymiye Peygamber’le vefatından sonra istiğase yapılması meselesini şirk mefhumuyla birlikte zikretmiş ve hadiseyi bu çerçevede ele almıştır. Muasır selefilerin mevzu hakkındaki tavrı da bu olmuştur.[6] Bunlar ve benzeri hadiseleri bir araya getirdiğimizde Selefîliğin Peygamberlik ten anladığı şeyin sadece tebliğ olduğu ve Peygamber ﷺ’in vefatıyla Kur’an’ın ona yüklediği kitabı ve hikmeti öğretme, müminleri tezkiye etme gibi vazifelerin sona erdiği itikadı ortaya çıkmıştır.[7] Ayrıca bu gün Selefiliğin hayli yaygın olduğu Suud vb. gibi yerlere farklı sebeplerle yapılan yolculuklarda bu hadise ekseninde yaşanan vakıalar, şahit olunan sözler de bu arızalı anlayışın canlı şahidi sayılabilirler.

TARİHİ KÖKEN AÇISINDAN MEVLİD

Allah Resulü ﷺ racih olan görüşe göre Rebi’ulevvel ayının on ikinci günü dünyayı teşrif etmiştir. Bu yıl da fil vakıasının yaşandığı seneye tekabül etmektedir.[8] Onun dünyaya gelmesiyle kâinatın üzerindeki cehalet karabulutları zail olmuş ve cehalet adına nerede ne kadar belirti varsa hepsi yerini nura bırakmıştı.

Allah Resulü ﷺ’nün Dünya’yı teşrifinden evvel gerek sosyal anlamda ve gerekse de ferdi planda tamamıyla çökmeye yüz tutmuş bir Mekke toplumu vardı. Özellikle kadın ve kız çocuklarına reva görülenler aklın ve selim tabiatın kabul edebileceği türen şeyler değildi. Onun için Kur’an nüzulunden sonra “Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda”[9] ve “Evlerinizde oturun ve eski cahiliye âdeti gibi açılıp saçılmayın”[10] ayeti kerimeleriyle bu manaya vurgu yaptı.

Başka bir açıdan bakıldığında Hz. Peygamber ﷺ’in doğumu Mekke’deki mevcut sultanın inkırazı anlamına gelmekteydi. Menbaı itibarıyla nidüğü belli olmayan bir baba taklitçiliğine yahut muharref dinleri mesnet kılarak beşerin tahrifle türettiği esaslara dayanan bütün ananeler, hükümler, yargılar ve yaşam tarzı yerini emir ve yasaklarını kâinatın sahibinen alan mücerret bir ilahi nizama bırakıyordu. Mekke şerden hayra geçiş yahut yeniden ihya olma şeklinde niteleyebileceğimiz büyük bir inkılaba hazırlanıyordu. Bu açıdan mevlid-i nebi bahsini yaptığımız büyük ihya hareketinin mebdeini teşkil ediyordu.

Allah Resulü ﷺ’nün doğumu mana açısından –görebilene, tefekkür edebilene- çok fazla şeyler anlatıyordu. Her şeyden önce Peygamber ﷺ’in vilâdeti asırlar öncesinden gelen İbrahimî duanın muhteşem tezahürüydü. İnsanların hal-i pürmelalini gören İbrahim u onların akıbeti ateş olan bu içler acısı durumlardan kurtulmaları için şöyle dua etmişti Rabbi Rahman’a “Ey Rabbimiz! Onlara içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder.”[11]

Asırlar öncesinde büyük bir samimiyetle yapılmış bu peygamber duası fuhşiyat bataklıklarında debelenen ve sefalet karanlıklarında yolunu arayanlara bir meşalenin doğuşuna, Hz. Muhammed ﷺ’in dünyaya gelişine vesile oldu. Bunun için Allah Resulü ﷺ bu noktaya “Ben dedem İbrahim’in duasıyım”[12] buyurarak işaret buyurmuştu. Demek ki Hz. Peygamber ﷺ’in doğumu ayetlerin okunması, hikmetin öğrenilmesi ve manevi kirlerden arınıp tezkiye olma adına bir başlangıçtı.

Allah Resulü ﷺ’nün doğumu başka zaviyeden bakıldığında Hz. İsa ’nın da müjdesinin tezahürüydü. “Hatırla ki; Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim demişti”[13]şeklindeki ayet-i kerimede ifade edildiği üzere İsa  Hz. Peygamber ﷺ’in geleceğini müjdelemişti. Geldikten sonra da Allah ﷻ onun bizim içimizden birisi olarak gönderilmesinin bize büyük bir ihsan-ı ilâhi olduğunu ifade buyurdu.[14]

O aynı zamanda dünyaya gelmeden önce Yahudilerin Mekke müşriklerine hitaben “Şimdilerde gelecek olan Peygamberle size üstünlük sağlayacağız. Onunla birlikte size karşı Ad ve İrem kabileleri gibi savaşacağız” diyerek büyük bir umutla bekledikleri Peygamberdi.[15] Sonrasında kendi kabilelerinden gelmediği için inkâr etmişlerdi onu.

Allah Teâlâ Kur’an’da Allah Resûlü ﷺ’ne evvelki Peygamberlerin bir takım kıssalarını anlatmakta[16] ve bununla da onun kalbini tespit edip sağlamlaştırdığını ifade buyurmaktadır.[17] Buradan da anlaşıldığı üzere evvel ki Peygamberlerin hayatları, kıssaları nasıl ki Hz. Peygamber ﷺ’in kalbini sağlamlaştırıyorsa kendisine ait şeylerin Müslümanlar tarafından hatırlanması da aynı neticeyi intaç edecektir.

Bunlar gibi nice hikmetler barındıran Mevlid-i nebi her zaman hatırlanmalı ve bünyesinde ihtiva ettiği manalarla birlikte tefekkür edilmelidir. Bu günün ayrıcalığı vardı kuşkusuz. Allah Resulü ﷺ’ne Pazartesi orucun (un neden tutulduğun) dan sorulduğunda “O gün benim doğduğum gündür, ve o günde bana (ayet) inzâl edilmiştir”[18] buyurmuştur. Bu rivayet mevlit gününün ayrı bir önem taşıdığı ve zihinde tutulması gerektiğini göstermektedir.

Mevlit Hz. Peygamber ﷺ döneminde hatırda tutulan bir gün olmakla birlikte bu günkü gibi kutlanmıyordu kuşkusuz. Ama sadece bu kadarı bu ameliyenin bidat olduğunu göstermez. (Bu noktanın münakaşasını ilerleyen bölümde yapacağız.) Hulefâ-i Râşidin döneminde de müstakil bir kutlamayla anılmamıştır.[19]

Mevzu buraya gelmişken şu noktayı belirtmekte fayda var: Mevlit kutlamalarına itiraz edenlerin iddialarına mesnet kıldıkları sahabe ve tabiinin bu güne yönelik her hangi bir kutlamada bulunmadıkları şeklindeki iddia da haddi zatında hakikati yansıtan bir iddia değildir. Zira yukarıda aktardığımız gibi en başta Allah Resulü ﷺ pazartesi orucunun tutulmasına illet olarak o günün kendi doğum günü olduğunu delil getirmiştir. Bu sahih rivayet Hz. Peygamber ﷺ nazarında bu günün diğerlerine nazaran bir ayrıcalık taşıdığını ifade etmektedir.

Bir diğer husus olarak sahabenin veya tabiinin mevlit kutlamamasından onların bu güne herhangi bir ayrıcalık atfetmedikleri şeklinde bir çıkarım yapmanın yanlış olacağıdır. Sahabe o gün itibarıyla böyle bir kültürün oluşmaması veya Hulefâ-i raşidin’in daha çok yeni tekevvün etmeye başlamış İslamî devletin alt yapısını oluşturma gayesiyle yeni yeni beldeleri fethetme işiyle meşgul olması sebebiyle bu güne yönelik merasim yapmaması mevlit kutlamalarına bidat hükmü verilebilmesi açısından yeterli değildir.

En basitinden olaya şu perspektiften bakabiliriz: Bir yıl geçip yeni bir yıla girdiğimizde bize hayat imkânı sağlamış, türlü nimetlerle bizleri donatmış olan Allah Teâlâ’ya hamd ederiz. Her bir yeni yıl Müslüman adına şükür ve sürur kaynağıdır yani. Buna göre Hz. Ömer döneminde bir adam Halife Ömer’e gelerek: “Yemen’de insanların falanca yıl ve filanca ay şeklinde yazarak adına tarih dedikleri bir şey gördüm” demesi üzerine Halife, Müslümanlar adına da bir tarih oluşturma amacıyla istişare heyetini toplar. O heyetteki bazı sahabiler Müslümanların tarihinin başlangıcı olarak Hz. Peygamber ﷺ’in doğumunun baz alınmasını önerir.[20] Bilenler bilir ki bir topluluk tarih belirlerken en önemsedikleri hadise neyse mebde olarak onu esas alırlar. Bu rivayet bize sahabenin Hz. Peygamber ﷺ’in doğumunu, adına tarih başlatacak derecede önemsediklerini göstermektedir. Ve bunu yapmak istemeleriyle de amaçlarının Hz. Peygamber ﷺ’in doğum tarihinin hiçbir zaman unutulmamasını sağlayarak seneler tükendikçe hatırlarda kalmasını istemeleri olduğunu açık bir şekilde resmetmektedir.

Mevlidi ilk kutlayan kim?

Mevlid kutlamalarına itiraz edenler bu kutlamaların ilk kez Şiiler tarafından yapıldığını iddia etmektedirler. Bu bilgilere göre Mısır’da Şii Fatımî devleti kurulunca soyundan geldiklerini söyledikleri Hz. Peygamber ﷺ’in doğum yıldönümü Muiz li dinillâh (972-975) döneminden itibaren resmen kutlanmaya başlanmıştır. Bunun yanında Hz. Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve o günkü halifenin mevlitleriyle (mevâlîd-i sitte) recep, şaban, ramazan aylarındaki kandiller, ramazan ve kurban bayramlarıyla diğer bazı kutlamalar bu dönemde zengin bir şölen geleneği oluşturmuştur.[21]

Suyutî mevlidi ilk kutlayan kişinin Erbil atabeği Melik Muzaffer Ebu Said Gökböri olduğunu söylemektedir.[22] Melik Muzaffer mevlit kutlama işine ziyadesiyle önem atfeder ve bu günde nafakalar ve bahşişler dağıtırdı. Öyle ki; mevlit hakkında varit olan iki muhtelif rivayetle de amel edebilmek için bir yıl Rebiulevvel ayının sekizinci gününde kutlamalar yapar diğer yıl da on ikinci günün de yapardı.[23]

Sıbtu İbni’l-cevzî Melik Muzaffer’in kutlamalarına katılan bir kişinin beş bin pişirilmiş koyun, on bin tavuk, yüz at, yüz bin tabak yemek ve otuz bin tabak helva dağıttığını kaydetmesi o zamandaki törenlerin çapını belirtmesi açısından da önemli bir vesika hüviyeti taşımaktadır. Zamanın âlimleri ve ileri gelen mutasavvıfları bu törende hazır bulunur ve Melik Muzaffer de kendilerine hil’at giydirir ve çeşitli hediyeler verirdi. Sufiler de öğlenden sabaha kadar sema yaparlardı. O da bizatihi onlara katılırdı. Her yıl mevlit kutlamaları adına üç yüz bin dinar harcandığı belirtilmektedir.

Nerden geldiğine ve kim olduğuna bakılmaksızın her yönden gelen insanlara ziyafet verildiği Dar-ı ziyafet vardı. Burada verilen ziyafetlerin senelik tutarı yüz bin dinara tekabül ediyordu. [24] Endülüslü büyük tarihçi ve muhaddis Ebul Hattab İbn Dihye Erbil’e geldiğinde burada yapılan mevlit kutlamalarını görmüş ve bunun üzerine “et-Tenvîr fî mevlidi’s-sirâci’l-münîr” isimli eserini yazarak Melik Muzaffer’e takdim etmiş ve o da bunun üzerine kendisine bin dinar vermiştir.[25]

Mevlit kutlamaları Melik Muzaffer’in sonrasında da tarihin farklı süreçlerinde devam etmiştir. Hatta Osmanlı dönemindeki kutlamaların resmi olarak başlangıcı her ne kadar III. Murat (996/1588)’la ifade ediliyorsa da gayr-i resmî belgeler mezkûr kutlamaların ta Osman Gazi’ye dayandığını belirtmektedirler.

Hatta Eyüp Sabri Paşa’nın naklettiğine göre Rebiulevvel’in on ikisi Medine’de resmî tatil olup kaleden toplar atılır ve o gün dükkânlar açılmazdı. İnsanlar güzel elbiseler giyerek dolaşır ve birbirini tebrik eder, bu gece Mescid-i nebevi’de ihya edilirdi. Sabaha karşı bab-ı nisâ önünde toplanılır, burada kurulan kürsü üzerinde güneşin doğmasıyla birlikte beş hatipten ilki bir hadis okuyup padişah için dua eder, diğerleri sırasıyla mevlidin viladet, rada ve hicret bahirlerini okurlar sonuncusu dua ederdi. Daha sonra halk ikram edilen şerbeti içip dağılırdı.[26]

 MEVLİD KUTLAMALARI ETRAFINDA TARTIŞMALAR

Mevlid kutlamaları etrafında özellikle birkaç yüz yıldır hararetli tartışmaların ardı arkası kesilmedi. Ba husus Selefi kesimin itirazlarına makes olan mevlit kutlamaları konusu, beri tarafta ümmetin cumhûrunu teşkil eden ehl-i sünnet âlimler tarafından müdafaa edilmiştir. Vahhâbi kökenli âlimler kendi davalarını ispat sadedinde eserler kaleme aldılar. Bu gün ellerde mütedavel “Resâil fî hükmi’l-ihtifâl bi’l-mevlidi’n-nebevî” şeklindeki iki ciltlik eser[27] bu söylediklerimize misal teşkil eder mahiyettedir.

Selefiye’nin bu mevzudaki tutumu buna benzer mevzulardaki tutumuyla aynıdır. Bu açıdan bakıldığında onların bu konu hakkındaki tavırları garipsenecek türden değildir. Nasların zahirine bakmak ve Hz. Peygamber ﷺ döneminde olmayan her bir şeyi bidat saymak şeklindeki isti’câlî tavır ta ilk dönem haricîlerinden günümüze tevarüs eden bir fikrî kalıntıdır.

İbn Teymiye

Selefî kesimin birçok mevzuda referans aldığı İbn Teymiye Mevlit konusuna da değinmektedir. Tespit edebildiğimiz kadarıyla birkaç eserinde bu konuya değinen İbn Teymiye özet olarak şöyle demektedir:

“Bazı düzgün müminlerden çirkin olacak şey diğer kesimden güzel kabul edilebilir. Buna göre bazı insanların yaptığı mevlide tazim etme ve bunu bir mevsim edinme işi yapan kişinin güzel kastı ve Resulüllah ﷺ’a tazim niyeti sebebiyle kendisinde büyük bir sevap olacak iştir.[28]

Bazı kimseler İbn Teymiye’nin bu paragrafından hareketle kendisinin mevlit kutlamalarına sıcak baktığını ve kutlayan kişilerin bundan mutlak anlamda sevap alacaklarını savunduğunu vehm etmektedirler. Ancak İbn Teymiye’ nin bu ifadelerinin hemen sonrasına baktığımızda bu paragrafına misal olarak İmam Ahmed’e bir kısım hükümdarların bir mushafa bin dinar verdiklerini haber verdiklerinde –kendi mezhebi mushafı süslemenin mekruh olmasına rağmen-“ Bırak onları! Bu onların uğruna altın harcadıkları şeylerin en hayırlısıdır” demiştir.[29]

İbn Teymiye bu ifadelerinin birkaç sayfa öncesinde yine mevlit konusundan bahseder ve şunları söyler:

“İnsanların İsa u’nın doğumunda Hristiyanlara benzeme amacıyla veya Nebi ﷺ’nin doğumunda ona tazim ve muhabbet amacıyla sonradan ihdas ettikleri şeyler de aynıdır. Allah onları (müminleri) bu içtihatları (hüsn-ü niyetleri) na karşılık mükâfatlandıracaktır. Peygamber ﷺ’in doğumunu bayram edinme şeklindeki bidatlarına karşılık değil. Üstelik doğumu konusunda insanlar farklı farklı görüşlerdedir. Şayet bu iş hayır olsaydı onları bunu yapmaktan her hangi bir engelleyici bulunmamasına rağmen ve bunu yapmaları için etken mevcutken Selef bu işi yapmamışlardır. Eğer bu iş mahza hayır veya tercih edilen bir şey olsaydı selef bunu yapmaya bizden daha layıktı. Zira onlar Peygamber ﷺ’e muhabbet ve tazim açısından bizden daha şedittirler. Ve hayır işleme üzerine daha hırslıdırlar. Peygamber ﷺ’e muhabbet ancak ve ancak ona ittiba etmek, dinine uymak, zâhiren ve bâtınen sünnetini ihya etmek, kendisiyle gönderildiği şeriatı neşr etmek ve bu yolda kalp, el ve dille cihat etmekle olur. Bu metod Ensar ve muhacirin evvelki önde gelenlerinin (es-sabikûne’l-evvelûn) ve onlara ihsanla tabi olanların usulüdür.

Bunların çoğunun iyi niyetleri ve karşılığında sevap alacakları ümit edilen içtihatlarıyla bu gibi bidatlere karşı haris olduklarını görürsün. Öte yandan aynı bunların Peygamber ﷺ’in tavsiye ettiği sünnetleri işleme konusunda gevşek olduklarına şahit olursun. Bunlar tıpkı mushafı süsleyip onu okumayan veya okuyup ona uymayan, mescidi süsleyip onda namaz kılmayan veya az namaz kılan yahut da süslü seccadeler ve tespihler edinme peşinde olan kişiler gibidirler.

Meşru olmayan, riya ve kibirden hâli olmayan bu gibi zahiri süsler ve meşru iş dururken başka bir işle meşgul olmak sahibinin halini ifsat edecek şeylerdir. Tıpkı hadiste varit olduğu gibi: [30]  “Hiçbir topluluğun ameli kesinlikle kötü olmamıştır ki illa onlar mescitlerini süslemişlerdir.” [31]

“Mecmu’u’l-fetâvâ” sın da da şöyle demektedir: Mevlit gecesi olarak nitelenen Rebiulevvel ayının bazı geceleri, Recep ayının bazı geceleri, Zilhiccenin on sekizinci günü, Recep ayının ilk cuması, bir kısım cahillerin “ebrar bayramı” dedikleri Şevval ayının sekizinci gününü mevsim edinmek (her yıl kutlamak) ; bunlar selefin yapmadığı ve hoş karşılamadığı bidatlerdendir.[32]

İbn Teymiye’nin buraya kadar aktardığımız ifadelerinden ortaya çıkan şey şudur: İbn Teymiye, mevlit kutlamalarını selefin yapmadığını, hoş karşılamadığını öne sürerek bir bidat olarak telakki etmektedir. Ancak bunu yapan kişileri her ne kadar kabukla uğraşmak, şer-i şerifin maksadını anlayamamak, ehem dururken başka şeylerle meşgul olmakla suçluyorsa da onların iyi niyetleri ve bu içtihatları sebebiyle sevaba nail olacaklarını da göz ardı etmemektedir. Verdiği misallerden de anlaşıldığı üzere o bu tarz uygulamaları cahillerin yaptığını öne sürerek başka meşru olmayan şeyler yapacağına bırak da böyle şeyler yapsınlar anlayışıyla hareket etmektedir.

BİDAT OLDUĞUNU SÖYLEYENLERİN GEREKÇELERİ

İbn Teymiye mukallidi olduklarını söyleyebileceğimiz selefi kesimin eserlerini mütalaa ettiğimizde bu konuda İbn Teymiye ile birebir aynı kanaati paylaşıp aynı duruşu sergilediklerini söyleyebilmemiz gerçekten güç olacaktır. Çünkü İbn Teymiye mevlide bidat demesine rağmen bunu yapan kimselerin hüsn-ü niyetlerinden ötürü sevaba nail olmalarının muhtemelliğinden de bahsetmektedir en azından. Ancak muasır selefiye ne böyle bir hüsn-ü niyetten bahsedebilmekte ne de böyle bir ihtimalden. Onlar bu işi yanlış anlamaları veya hükmetmeleri muhalmiş seviyesindeki bir keskinlikle reddetmekte ve kutlayanların vebale dahi girebileceklerini iddia etmektedirler.

Mevlidi bidat kabul edenlerin gerekçelerinin bir kısmı İbn Teymiye’yle ayniyet arz etmektedir. Şimdi sırasıyla onların gerekçelerini sayalım ve sonrasında mezkûr gerekçelerin cevaplarına geçelim.

  1. Kitapta ve sünnette mevcut değil

Mevlit kutlamalarının ne kitapta ne de sünnette her hangi bir yeri yoktur. Aynı zamanda bunu seleften kimse de yapmamıştır. Onlar dinde önderlerimiz ve mutekaddimîn’in rivayetleriyle amel eden kimselerdir. Bu iş sonraki bir takım çıkarcıların ortaya attığı bir bidattır. Bidat olmasının delili şudur: Biz bu işin hükmünü öğrenmek istediğimizde önümüze bir takım ihtimaller çıkacaktır: Öyleyse bu iş ya vacip, ya mendup, ya mubah, ya mekruh ya da haramdır.

Bu iş icmaen ne vacip ne de menduptur. Çünkü mendup demek şeriatın, terkine yönelik her hangi bir zem yöneltmediği fiildir. Bu iş ise şeriatın müsaade etmediği ne sahabenin ne de tabiinin yapmadığı bir iştir. Mübah olması da ihtimal dâhilinde değildir. Zira dinde bidat çıkartmak hiçbir zaman mubah olmamıştır.

Geriye kalan ihtimallere göre bu iş olsa olsa ya mekruh ya da haram olacaktır. Şu durumda eğer bir kişi bu kutlamayı kendi parasından deruhte ederek yapacak olursa ve kutlamada da caiz olmayan bir iş yapmadıysa bu bidat ve mekruh olacaktır. Çünkü böyle bir şeyi mütekaddimlerden kimse yapmamıştır. Hâlbuki onlar bu ümmetin fakihleridirler.

Şayet bu kişi böyle bir merasimi gerçekleştirme amacıyla yetki sahibi kimselerden para toplayarak veya insanlardan gönülleri razı olmaksızın bu iş için para alarak bunu yapacak olursa bu durumda haram olacaktır. Ayrıca merasim esnasında caiz olmayan bir takım çalgı aletlerinin kullanılması, kadın erkek karışık oturulması şeklinde mahremiyetin ihlal edilmesi, kadınların kendi aralarında toplandıkları esnada seslerini yükseltmeleri gibi durumlarda yine haram hükmünü alacaktır.[33]

  1. Adil bir insanın bunu ihdas etmesi bir şeyi değiştirmez

Suyûtî yazdığı risalede Fakihânî’den naklettiğimiz gerekçelere cevap vermeye çalışmış fakat kayda değer bir şey ortaya koyamamıştır. O bu işi adil bir devlet başkanının güzel bir niyetle ortaya atması, İbn Dihye’ nin bu işten razı olup hakkında eser telif etmesinden hareketle bu işin meşru olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Hâlbuki bunların hiçbirisi hüccet değildir. Zira bir insanın adil olması masum olmasını gerektirmez. Dinde bidat ihdas etmek kim olursa olsun caiz değildir. Biz bidatten nehy eden onca hadisi Ebu Said Gökbörinin ameline kurban edemeyiz.

İbn Dihye’ye gelince; İbn Kesir’in tarihinde olduğu gibi ulema onu akşam namazının kısaltılması hususunda hadis uydurmakla itham etmişlerdir.[34]

  1. İbn Kesir’in ifadeleri

Mevlid merasimlerinin mutlak anlamda bidat olduğunu iddia edenlerin ortaya sürdüğü bir diğer gerekçe de İbn Kesir’in “el-Bidaye ve’n-nihâye”sinde (XI/172) yer verdiği söylenilen ifadeleridir. Bu iddiaya göre İbn Kesir Abdullah b. Meymun’a mensup olan Fatımî devletinin ve sene 350 ile 567 yılları arasında Mısır’a hükmetmiş olanların bir çok günlerde merasim yapma bidati çıkardıklarını ve bunlardan birinin de Mevlit kutlaması olduğunu ifade etmiştir.[35]

Bu referansa göre İbn Kesir de mevlidi bidat saymakta ve Fatımî devletini bu tarz kutlamaları ihdas ettiği için zemmetmektedir.

Mevlit kutlamalarının bidat olduğunu söyleyenlerin gerekçelerine bütüncül bir bakış yapacak olursak bu söylediklerimizin dışında kayda değer çok fazla bir şey söylemediklerini görmüş olacağız. Evet, belki onlar bunların dışındaki bir takım delillerle de istidlal etmektedirler. Fakat genel anlamda diğer delilleri de sonuç itibarıyla bu saydıklarımızla aynı noktada kesişiyor. Yani onlar her halükarda mevzuyu Hz. Peygamber ﷺ’in döneminde olmaması dolayısıyla mevlidin bidat olduğu neticesine taşıyorlar.

Öyleyse bu noktada verilecek olan cevap da mevlidin mezmum kategorisinde bir bidat olmadığını ispatlama keyfiyetinde olmalıdır. Öyleyse mevzuyu çok daha fazla uzatmadan bu gerekçelerin cevaplarına geçelim.

 

BİDAT OLMADIĞINI SAVUNANLARIN GEREKÇELERİ

Mevlid kutlamalarının bidat olup olmadığını tespit edebilmemiz için öncelikle bidatin ne olduğunu belirlemekte fayda var. Bu uygulamaların bidat olduğunu söyleyenler genellikle bunun Hz. Peygamber ﷺ döneminde mevcut olmaması üzerinden hareket ediyorlar. Şu halde bu noktada sormamız gereken soru şudur: Allah Resulü ﷺ döneminde olmayan her şey bidat midir?

Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle bidatin tarifini görelim: Bidat lügavi ve şer’i olmak üzere iki kısımda incelenir. Bu anlamda Hz. Peygamber ﷺ döneminde olmayıp sonrasında ortaya çıkan her şeye bidat denir. Bunun her hangi bir istisnası yoktur. Yani o dönemde olmayıp sonrasında ortaya çıkan hayır veya şer anlamında ne varsa lügavî bidat olarak değerlendirilmelidir. [36]

  1. Gerek İbn Teymiye’nin ve gerekse de onunla aynı görüşleri paylaşanların mevlit kutlamalarının bidat olduğu görüşüne delil olarak öne sürdükleri bu kutlamaların asr-ı saadette olmaması şeklindeki gerekçe tutarlı değildir. Bu görüşün temel olarak dayandığı iki temel vardır. Birincisi Hz. Peygamber ﷺ’in “Her bidat dalalettir”[37] şeklindeki umumi ifadesidir. İkincisi de başta Hz. Peygamber ﷺ’in ve sahebenin bu ameli terk etmiş olmasıdır. Peki, bu fiilin mezmum bir bidat olarak nitelendirilebilmesi için gerçekten yeterlimi dir?

Allah Resulü ﷺ’ nün konuya delil olarak getirilen “Her bidat dalalettir” şeklindeki hadisinin yanında aynı zamanda “Her kim dinde güzel bir çığır açarsa, açtığı çığırın ve onunla amel edenlerin sevabına nail olur”[38] şeklinde de bir hadisi vardır. Bu hadis üzerinden hareket ettiğimizde yukarıda umum olarak getirilen hadisin tahsis edilmesi gerektiği sonucu ortaya çıkacaktır. Çünkü birinci hadiste her bidatin dalalet olduğunu ifade buyuran Allah Resulü ﷺ’nün  yine bizatihi kendisi ikinci hadiste İslam’da güzel bir çığır açmanın sevaba nail olmaya vesile olacağını söylemektedir. Demek ki Resulüllah ﷺ’ın dalalet olduğunu söylediği bidatle kastı kendi devrinden sonra çıkan her fiil yani lügavî bidat değildir.

Ayrıca bu sözü buyuran Hz.Peygamber ﷺ kendi döneminde bazı sahabilerin kendi uygulamalarını takrir etmiş ve bidat kapsamına sokmamıştır. Misal olarak şunların zikredilmesi mümkündür:

  • Resulüllah ﷺ Bilal-i Habeşi’ye “Cennet’te ayak seslerini işittim. İslam’da işlediğin ve en ümit var olduğun amel hangisidir? diye sorduğunda Bilal t’in cevabı şu olmuştur: Ben gece veya gündüzden hangi anda abdest alsam illaki sonrasında Allah’ın bana kılmamı yazdığı (kadar) namaz kılarım.”[39] Bu hadiste görüldüğü gibi Hz. Peygamber ﷺ Bilal-i Habeşi’ye Cennet’e girmesinin sebebini soruyor ve cevap olarak söylenilen amelin de Bilal ’in kendine özgün ameli olduğu anlaşılıyor. Buna rağmen Hz. Peygamber ﷺ onu bidatçilikle itham etmiyor.
  • Rufâe b. Râfi’ der ki; Resulüllah ﷺ’ın arkasında namaz kılıyorduk. Başını rükûdan kaldırınca “semiallahu limen hamideh” dedi. Bunun üzerine arkasındaki bir adam da “Rabbenâ ve lekel hamd. Hamden kesîran tayyiben mübareken fîh” dedi.  Namazı bitirince Allah Resulü ﷺ: “Konuşan kimdi?” diye sordu. Adam da “bendim” dedi. Allah Resulü ﷺ: “Otuz küsür meleğin hangisi (senin söylediğin o kelamın sevabını önce) yazacak diye acele ettiklerini gördüm.” Buyurdu.[40]
  • Sahabeden Büreyde der ki; “Resulullah ﷺ ile mescide girdim ve baktım ki bir adam namaz kılarken şöyle dua ediyor: “Allahım! Ben senin Allah olduğuna, hiçbir şeyin kendisine denk olmadığı ve doğurmayan ve doğurulmayan Samet olduğuna kendisinden başka ilah olmayan tek zat olduğuna şehadet etmem sebebiyle senden istiyorum.” Adamın bu duası üzerine Resulüllah ﷺ şöyle buyurdu: “Nefsim yedinde olan Allah’a yemin olsun ki; (bu kişi) Allah’tan istendiğinde katiyen geri çevirmediği ve dua edildiğinde icabet ettiği en büyük ismiyle (ism-i azam) istemiştir.” [41] Bu noktadaki istişhad mahallimiz ortadadır. Belli ki Allah Resulü ﷺ’nün hakkında böyle buyurduğu adam yaptığı bu duayı Hz. Peygamber ﷺ’ den taallüm etmemiştir. Belki bu işi Allah Teâlâ’nın mezkûr duayı bu kişinin kalbine ilham etmesi yoluyla yapmıştır. Her halükârda Peygamber ﷺ bu kişinin fiilini bidat olarak tavsif etmemiş bilakis güzel kabul etmiştir.[42]
  • Peygamber ﷺ bir gün mescitte oturan bir kısım sahabilere bir araya gelip oturmalarının sebebini sormuş ve onlar da Allah’ı zikrettiklerini kendilerini ve hidayete erdirdiği için ona hamd etme gayesiyle oturduklarını söyleyince Resulüllah ﷺ“Ben sizden (yalancı çıkma) töhmet(i) olmaması açısından yemin etmenizi istemeyeceğim. Lakin bana Cebrail gelip haber verdi ki; Allah Teâlâ sizinle meleklere karşı övünüyor” buyurmuştur.[43]
  • Bir diğer rivayette ise şu hâdise anlatılır: Ensâr’dan bir zât kendi kavmine Kubâ mescidinde imamlık ederdi. Bu kişi cehrî kıraat yapılması gereken namazlarda ne zaman namazda okunacak sürelerden birini okuyacak olsa, ilk önce İhlas (kul huvellahu ahad) süresini okur, onu bitirdikten sonra diğerine başlardı. Ve bunu da her rekâtta yapardı. Arkadaşları onunla konuşup: “Sen bu süreyi okuyorsun, sonra bunun senin için yeterli gelmeyeceğini (mi) düşünüyorsun da başka bir süre daha okuyorsun. Ya bu süreyi oku yahut bunu bırak da başka süre oku, dediler. O da: “Ben bunu terk edecek değilim. Bu şekilde imamlık yapmamı isterseniz, yaparım. İstemediğiniz sizi terk ederim” dedi. Onlar bu zatın kendilerinin en faziletlileri olduğunu düşünüyorlar ve başkasının imam olmasını da istemiyorlardı. Peygamber onlara geldiğinde hadiseyi ona haber verdiler. Peygamber de: “Ey falan, arkadaşlarının tavsiye ettikleri şeyi yapmaktan seni alıkoyan nedir? Ve seni her rekâtta bu süreyi mutlaka okumana sevk eden şey nedir?” diye sordu. O zât da: “Ben bu süreyi seviyorum” dedi. Peygamber de: “Onu sevmen şüphesiz seni cennete girdirmiştir” buyurdu.[44]

Örnek olarak serdettiğimiz bunlar ve benzerleri rivayetlerden ortaya çıkan sonuç: Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam’ın “Her bidat dalalettir” sözünden maksadın lügavî anlamda her sonradan çıkan şeylerle ilgili olmadığıdır. Çünkü bu tür rivayetlerin hiç birisinde Hz. Peygamber ﷺ.

Mevzunun diğer bir yanı da terkin hükmüyle ilgilidir. Hz. Peygamber ﷺ’in bir şeyi yapmayıp terk etmesi o şeyin caiz olmadığı anlamına gelir mi? Bu soruyu cevaplandırmamız mevlit kutlamalarının hükmüne ulaşmamız açısından bize yardımcı olacaktır.[45] Zira bu kutlamaların bidat olduğunu söyleyenler bu hükme Allah Resulü ﷺ’ nün bu işi yapmamasından hareketle varmaktadırlar. Halbuki bu iddianın bizatihi savunucuları kral ve ailesinin her türlü ceremelerini, camialarda bir yerlere gelebilmek için bazı şeyleri feda etmeyi, lüks binitlerle gezip tozmayı, şatafatlı evleri tercih etmeyi mübah sayarken hiç bu noktalarda Allah Resulü ﷺ yaptı yapmadı anlayışı üzerinden hareket etmezler.

Ulema terkin şer’î bir hüküm olmadığını söylerler.[46] Usul-i fıkıh âlimlerimiz ne teklifi hükümlerin içerisinde ne de vaz’î hükümlerin içerisinde terk diye bir şeyden bahsetmezler.[47]Zira Efendimiz ﷺ’in bütün mubahları işlemediği müsellem bir noktadır.[48] Bu yüzden onun işlemediği bir fiili hemen bidatlikle veya herhangi bir yasaklama manasına gelen bir hükümle nitelemek yanlış olacaktır.[49]

Allah Resulü ﷺ’nün bir kısım şeyleri terk etmesini şöyle tasnif etmemiz mümkündür.

  • Peygamber ﷺ’in bazen terk ettiği işler yeme, içme, oturma ve kalkma gibi tabii bir fiil sahasında meydana gelebilir. Hz. Peygamber ﷺ’in bütün mubahları işlemediğini belirtmiştik.
  • Kimi zaman müstehap sahasında olur. Yani Resulüllah ﷺ bazen bir kısım müstehap veya mendup işlerin yapılmasını güzel görür, ashabını o noktada takrir eder fakat kendi işlemez. Tıpkı geride geçen hadisede İhlas süresini okuyan sahabinin fiilini takrirden öte güzel görmesi gibi.
  • Peygamber tarafından meydana gelen terk sünnet olan işlerde de olabilir. Tıpkı Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam’ın teravih namazını cemaatle kılmayı terk etmesi gibi. Bilindiği gibi Peygamber r bu olayın anlatıldığı rivayette “Ey insanlar yaptığınızı gördüm. Beni sizin yanınıza çıkmaktan engelleyen şey bu namazın size farz kılınmasından korkmam dışında başka bir şey değil”[50] ifadesi yer almaktadır.
  • Peygamber bazı işleri de –tabii olarak- nehy edilip yasaklandıkları için terk etmiştir.[51]

 

Demek ki bir fiilin Peygamber ﷺ tarafından işlenmemesi onun her halükârda bidat olduğu anlamına gelmez. Şu halde bir şeyin şer’i bidat diye tabir ettiğimiz mezmum bidat kapsamına girmesi için hangi şartlar bulunmalıdır? Bu noktayı inceleyelim.

İslam âlimleri sonradan meydana gelen bir şeyin bidat-ı mezmume kapsamına girmesi için belli şartlar koşmuşlardır. Sırasıyla bunları görecek olursak;

  1. Sonradan meydana gelen şey dinle alakalı olmalı ve taabbudî işlerden olmalıdır. Çünkü Allah Resulü ﷺ: “Kim bizim işimizde ondan olmayan bir şey ihdas ederse o merduttur”[52] buyurmaktadır. Dikkat edilirse hadiste “bizim işimizde” ifadesi yer almaktadır. Bu da göstermektedir ki sonradan ihdas edilen şeyin merdut olması için Peygamber r’in işi olan dinle ilgili olması gerekmektedir.[53]
  2. İhdas edilmiş olan bu şeyin şer’i delillere zıt olmaması gerekir. Buna göre Hz. Peygamber ﷺ’ in zamanından sonra ortaya çıkmış olan bir fiili şer’i delillere arz etmek gerekir. Bunlara arz neticesinde ortaya çıkan hüküm bu işin hükmü demektir.[54]Ebubekir ibn Arabî’nin “hamlu’n-nazîr ale’n-nazir” dediği[55] bu yöntemle bir şeyin bidat olup olmadığı çok rahat bir şekilde ortaya çıkacaktır. Bundan ötürü Harmele b. Yahyâ der ki; İmam eş-Şafii’yi şöyle derken işittim: Bidat iki türlüdür: Bidat-ı mahmude ve bidat-ı mezmûme. Sünnete muvafık olan bidat-ı mahmude olup muhalif olan da mezmûmedir.[56]
  • Bu fiil işlendiğinde şeriattan bir asıl veya sünnet yıkılmamalıdır. Çünkü her bidat bir sünneti öldürür. Bunun misali ölüye sarılan kefenle birlikte başına da sarık sarmaktır. Böyle bir bidat kefenin erkekte üç, kadında dört olması şeklindeki sünneti öldürüp ortadan kaldırdığı için mezmum sayılmıştır. Ayrıca böyle bir şey yapmak sünnet olan sayı üzerine ziyade yapmaktır ki bu da netice olarak neshe çıkar.[57] Bu şart esasında bir önceki şartla beraber bir birini tamamlamaktadır.

Bu şartlar çerçevesinde lügavi olarak niteleyebileceğimiz bidatları farz, vacip, müstehap, mendup olarak tasnif edenler de vardır. Mesela insanların akidesinin bozulmaya yüz tuttuğu zamanlarda bidat ehliyle birlikte kelamî mevzuların tartışılması farz olur. Bu görevi hiç kimse üstlenmezse ümmetin tamamı günahkâr olur. Bunun için İmam Ebu Hanife sahabe döneminde yapılmamış olmasına rağmen kelâmi konularda bidat ehliyle tartışmasının gerekçesini izah ederken; sahabenin döneminde sünnî  düşünceye karşıt fikirde insanların olmadığını ve bu yüzden onların akîdevi mevzuları tartışmadıklarını söyler ve ardından ekler: “Onların durumu karşılarında mücadele edecekleri kimseler olmayan kişilere benzer. Bu yüzden onlar silah kullanma tekellüfüne girmemişlerdir.”[58]

Bidat konusuna yönelik çok daha farklı tasnifler varsa da konuyu itâle etmeme açısından bunlara değinmeyeceğiz.[59]

Mevlidin bidat olmadığının delilleri

Bidatla ilgili verilen malumat üzerinden mevlit kutlamalarını değerlendirecek olursak; bu kutlamaların bidat olduğunu söylememiz güç olacaktır. Zira mevlit kutlamalarının şer’î delillere zıt olması söz konusu değildir. Bilakis bu kutlamaları şer’î deliller zımnında değerlendirmemiz mümkündür. Buna yönelik bir takım delilleri serdedecek olursak şunları sayabiliriz:

  1. Mevlit kutlamaları Hz. Peygamber ﷺ’in doğumuyla sevinme anlamına gelmektedir. Bu da şeriatta yasaklanmış bir şey değildir. Hatta rağbet edilen bir şeydir. Çünkü Hz. Peygamber ﷺ doğduğunda cariyesi Süveybe’yi azat ettiğinden dolayı her pazartesi gecesi geldiğinde Ebu Leheb’in azabının hafifletildiği sahih rivayetlerde zikredilmiştir.[60]
  2. Allah Resulü ﷺ’ne Pazartesi orucun (un neden tutulduğun) dan sorulduğunda “O gün benim doğduğum gündür, ve o günde bana (ayet) inzâl edilmiştir”[61] buyurmuştur.
  • Peygamber’le ferah ve sevinç duymak Kur’anın emriyle bizden istenen bir şeydir. Zira Cenab-ı Hak ayet-i kerimede “De ki; Allah’ın fazlıyla ve rahmetiyle, işte yalnız onunla ferahlansınlar. O onların topladıklarından daha hayırlıdır”[62] buyurmaktadır. “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”[63] ayet-i kerimesinden de anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber rahmettir ve onunla sevinmek, doğumuyla ferahlanmak Kur’anî bir emirdir.
  1. Efendimiz ﷺ’in Cuma günüyle ilgili buyurduğu “O günde Âdem doğmuştur”[64] sözünden de anlayacağımız üzere herhangi bir Peygamberin bir günde doğması o günü Allah Resulü ﷺ’nün nazarında ayrıcalıklı kılmaktadır.
  2. Mevlit kutlamaları bütün şehirlerdeki İslâm ulemasının güzel kabul ettikleri bir iştir. İbn Mesud Radıyallahu anh’in “Müslümanların güzel gördükleri şey Allah Katında da güzel, çirkin gördükleri şey Allah Katında da çirkindir”[65] şeklindeki sözü de mevlidin çirkin bir bidat kabul edilemeyeceğinin delilidir.[66]
  3. Peygamber ﷺ Medine’ye geldiğinde orada bulunan Yahudilerin aşure gününde oruç tuttuklarını görmüş ve sebebini sormuştur. “Bu gün Allah’ın Musa’yı ve Benî İsrail’i firavuna karşı galip kıldığı gündür. Bizler de bu güne tazim için oruç tutuyoruz” cevabını alınca “Biz Musa’ya sizden daha layığız” buyurmuş[67] ve bu günün oruçlu geçirilmesini tavsiye etmiştir.
  • Allah Teâlâ bir ayet-i kerimede Hz. Peygamber ﷺ’e, ümmetine Allah’ın günlerini hatırlatmasını emir buyurmaktadır.[68] Ayette geçen “eyyâmullah/Allah’ın günleri” ifadesinden kasıt mutlak anlamda zaman değildir. Belki bundan kasıt geçmiş zamanda yaşanmış olan önemli hadiselerdir. Mazide yaşanmış hadiselerin içerisinde en çok ehemmiyet arz eden olaylardan biri de kuşkusuz Hz. Peygamber ﷺ’in doğumudur.

Mevlit kutlamaları bu asılların zımnında değerlendirilebilecek olan bir ameliyedir. Bir şeyin bidat sayılabilmesi için edille-i şer’iyyeden hiçbir asla dayanmaması gerektiğini geride izah ettik. Müminlerin maslahatı veya zaruri hallerin söz konusu olduğu durumlarda şeriatın özüne muhalif olmayan işlere bidat demek yüzeysel bir bakış açısının ürünü olabilir ancak.

Hemen belirtelim ki deliller çerçevesinde tahlil edilip –cumhur tarafından-  bidat olmadığı savunulan mevlit kutlamaları, içerisinde mahremiyet ihlali, müzik, lüzumsuz ses yükseltmeleri gibi şeriata muvafık olmayan işlerin bulunmadığı mevlit kutlamalarıdır. Aksi takdirde bu şekildeki mevlit kutlamalarının caiz ve meşru olduğunu kimse söylememiştir.

Kutlamalar Kur’an tilaveti, vaaz-u nasihat, salavat-ı şerife okumaları ve hasbihal gibi şeriatın teşvik ve emir buyurduğu faaliyetlerle icra edilmelidirler. Zaten mevlit kutlamalarını bidat olmaktan kurtaran bir diğer müessir etken de bu kutlamaların Hz. Peygamber ﷺ’e fazla fazla salat getirerek “Ey iman edenler siz de ona salat edin selam edin”[69] şeklindeki ayet-i kerimeyle çokça amel etmeye sebep olmasıdır.

 

  1. Suyûtî’nin Fâkihânî’nin gerekçelerine yeterince cevap veremediği sizin kabullendiğiniz bir iddiadır. Risaleyi taassuptan ârî bir nazarla mutalaâ eden birisi kendisine îcaz makamında sunulabilecek derecede delil bulabilir. Fakat ısrarla kendi söylediğinin doğru olduğunu iddia eden kişinin iknâ edilmesi ciltler dolusu delille de mümkün olmaz.

Bu mevzudaki taassubî nazar ilgili risalenin sadece bu bahsedilenlere inhisar edilmesinde çok açık bir şekilde görülmektedir. Hâlbuki bahsi yapılan risalede İmam es-Suyutî bunların dışındaki bir takım delillerden de bahsetmesine rağmen sizler eseri bir iki nokta üzerinden değerlendirmektesiniz. Mesela Suyutî bu eserde imametleri müsellem olan birçok imamdan mevlit kutlamalarının cevaziyetine yönelik nakiller yapmasına rağmen siz bütün bunlar içerisinden sadece İbn Dihye’den bahsetmektesiniz.

Kaldı ki İbn Dihye ile ilgili söylenilen şeyler de hakikati yansıtmamaktadır. Kendisinin nakilde müttehem birisi olduğu ifade edilmektedir. Bununla birlikte onun ilim kaplarından bir kap olduğu da söylenmektedir. Hatta Ebu Hayyan onu tazif edenlerin görüşünü kabul etmemiştir. İbn Nukta, İbn Dihye’nin marifet ve faziletle mevsuf birisi olduğunu ancak bir takım hakikati olmayan şeyleri iddia ettiğini söylemektedir.[70]

Her şeye rağmen İbn Dihye’nin tamamıyla reddedilecek birisi olduğunu kabul etsek bile bu sizin iddianızı geçerli kılmaz. Zira mevlit kutlamalarını güzel kabul eden sadece İbn Dihye değildir. Bilakis müfessirinden muhaddisine, fakihinden mütekellimine bütün bir ümmet bu kutlamaların –meşru şartlar çerçevesinde olduğu sürece- caiz hatta müstehap olduğunda ittifak halindedirler.

  1. İbn Kesir’in “el-Bidaye”sinden yapılan nakil tam anlamıyla tahriftir. Kendi davasını ispat edebilmek için sözüne itibar edilebilecek bir tek kişi bile bulmaya muktedir olamayanların ümmetin kabulle telakki ettiği bir imamdan yaptıkları nakilde hıyanet işlemeleri gayet normaldir. Peki, bu meşru mudur? Bu denli bir ilmî hıyanete imza atabilenlerin sair ilmî mevzulardaki görüşlerine güvenle yaklaşılabilir mi?

İbn Kesir’in ifadeleri şöyledir:

Melik Muzaffer Ebu Said Gökbörî Şerefli meliklerden, cömert ve büyük önderlerden birisidir. Çok güzel eserleri vardır. Rebiu’l-evvel ayında mevlit kutlamaları yapardı. Tüm bunlarla birlikte kendisi adil, âlim, akil, atılgan, cesur, asil bir kişiydi. (…) Mevlit kutlamalarında üç yün bin dinar harcardı.[71]

Görüldüğü gibi İbn Kesir mevlit kutlamalarını başlatan Melik Muzaffer’i yermenin aksine övmektedir. Geriye bıraktığı mevlit kutlamaları adeti için “âsâr-ı hasene/güzel eserler ifadesini kullanmaktadır. Ancak batıl mezhepleri uğruna her türlü tezviratı meşru gören anlayışın mümessilleri imamların kitaplarındaki ifadeleri ziyade yapmak, eksiltmek, tebdil etmek gibi veçheleriyle tahrif etmeyi meşru kabul etmektedirler. Bu tavırlarıyla da gerek bu mevzuda ve gerekse de tartışmaya açtıkları sair mevzularda iyi niyet ve hakkı arama gibi bir maksatlarının olmadığını ibraz etmiş olmaktadırlar. İlellâhi’l-müştekâ…

Hatime

Hz. Peygamber ﷺ’i devamlı hatırda tutma ve hatırasını bir ömür yâd etme gibi gayelerle icrâ edilen mevlit kutlamaları ümmetin cumhurunun kabulle karşıladığı ve güzel gördüğü bir ameliyedir. Aslında hadisenin sadece bu boyutu dahi bu kutlamaların meşruiyetini ispat sadedinde kâfidir. Zira ümmetinin dalâlet üzere toplanmayacağını haber veren de yine Allah Resulü ﷺ’nün bizzat kendisidir.[72]

Ayrıca akıl da bunu gerektirmektedir. Çünkü hiçbir akl-ı selîm sahasında otorite âlimlerin tecviz noktasında birleşip ittifak ettikleri bir konuda infirat edip şaz kalan tarafın hak üzere olduğuna hükmetmez.[73] Şu halde ümmetin yekûnunun dediği gibi; gayr-i meşru uygulamaları ihtiva etmeyen mevlit kutlamalarının icra edilmesi müstehaptır.


[1] İbn Teymiye, Mecmu’u’l-fetâvâ, Mecmau’l-melik fahd, Medîne-i Münevvere, 1995,  I/352

[2] İbn Teymiye, Kâidetun celîle fi’t-tevessül-i ve’l-vesîle, Mektebetu’l-furkân, 2001, B.I, s. 146, Mecmû’u’l-fetâvâ, I/304, , el-Fetâva’l-kübrâ, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, 1987, B.I, I/175, İktizâu’s-sırâtı’l-müstakîm, Dâru âlemi’l-kütüb, Beyrut-Lübnan, 1999, B.VII, II/182, Muhtasaru’l-fetâva’l-Mısriyye, I/62, Minhâcu’s-sünne, Müessesetu Kurtuba, B.I, II/270, Kaidetun azîmetun fi’l-farki beyne ibâdâti ehli’l-İslâm ve ibâdâti ehl’ş-şirki ve’n-nifâk, Daru’lâsıme, Riyat, 1997, B.II, s. 94

[3] Buna misal olarak taklit meselesini gösterebiliriz. İbn Teymiye delillerden hüküm istinbat etme salahiyetinde olmayan avamın bir müçtehidi taklit etmesinde her hangi bir beis görmüyorken (Mecmu’u’l-fetâvâ,XIX/262) günümüz selefilerinden bazıları taklidi külliyyen reddetme yoluna gitmektedirler.

[4] İbn Abidin Muhammed Emin, Haşiyetu Reddi’l-muhtâr ale’d-dürri’l-muhtâr, Daru’l-marife, Beyrut-Lübnan, 2011, B.III

[5] Mesela bkz. Muhammed  b. Salih el-Useymin, eş-Şerhu’l-mümti’ alâ zâdi’l-mütekanni’, Daru İbni’l-cevzî, 1424, B.I

[6] Mesela bkz. İbn Teymiye, Ziyaretu’l-kubûr ve’l-istincadu bi’l-makbûr, Daru’s-sahâbe, s. 42 vd., Abdülaziz b. Abdullah b. Baz, er-Rudûdu’l-bâziyye fî ba’zi’l-mesâili’l-akdiyye, Daru İbni’l-esîr, Riyat, 2007, B.I, s. 221

[7] Örneğin İmam el-Beyhakî’nin Peygamberlerin vefatlarından sonra da hayat sahibi olduklarını ispat sadedinde yazdığı “Hayâtu’l-enbiyai ba’de vefâtihim” isimli risale hüviyetindeki eserini tahkik ederek basan “Ahmed b. Atıyye el- Ğamidî” adındaki selefi, İmam el-Beyhakî’nin ifadelerine düştüğü notlarla adeta eseri mihverinden saptırmış ve tek kelimeyle tahrif etmiştir. Kuşkusuz bunu yapmasındaki tek sebep zihnî dünyasındaki arızalı Peygamber tasavvurunu diri tutmak ve bununla da kalmayıp ümmetin hadis alanında imam kabul ettiği el-Beyhaki’yi de bu ameliyesine ortak kılmaktır. Bkz. Ebubekir Ahmed b. el-Hüseyin el-Beyhakî, Hayâtu’l-enbiyâ ba’de vefatihim, (thk: Ahmed b. Atıyye el-Ğamidî), Mektebetu’l-ulûm ve’l-hikem, Medine-i münevvere, 1993, B.I

[8] İbn Hişam, es-Sîretu’n-nebeviyye,  I/158, İbn İshak, es-Sîretu’n-nebeviyye, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut-Lübnan, 2004, B.I, s. 99,  İbn Kesir, Ebul fida, el-Fusûl fî sîreti’r-Resûl, Müessesetu ulûmi’l-Kur’an,Dımeşk, 1403, B.III s.91

[9] Tekvir, 8-9

[10] Ahzâb, 33

[11] Bakara, 129

[12] İbn Cerir et-Taberî, Camiu’l-Beyân, I/800 Daru’l-Hadis, Kahire, 2010

[13] Saf, 6

[14] Âl-i imran, 164

[15] İbn Kesir, Ebul fida, Tefsîru’l-kur’âni’l-azîm, Müessesetu Kurtuba, I/486-87

[16] Nisa, 164

[17] Hûd, 120

[18] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 22537, Hakim, Müstedrek, No: 4179, Nesâi, es-Sünenu’l-kübrâ, No: 2790

[19] Hasen es-Sedûbî, Târîhu’l-ihtifâl bi’l-mevlidi’n-nebevî, Matbaatu’l-istikâme, Kahire, 1948, s. 17 vd.

[20] Celalettin es-Suyûtî, eş-Şemârîh fî ilmi’t-târîh, Mektebetu’l-âdâb, Kahire, trh:yok, s. 15

[21] İbnu’t-tuveyr, Nuzhetu’l-mukleteyn fî ahbâri’d-devleteyn, (nşr: Eymen Fuat Seyyit), s. 211-223, DİA, XXIX/475

[22] Celalettin es-Suyûtî, Hüsnu’l-maksit fî ameli’l-mevlid, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, Lübnan, 1985, B.I

[23] İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-a’yân, I/436, Muhammed Zahid el-Kevserî, Makâlât, el-Mektebetu’l-ezheriyye, Mısır, s. 421

[24] Suyûtî, a.g.e., s. 43

[25] Suyûtî, a.g.e.,a.y.

[26] Ahmet Rıfat Paşa, Mir’âtu’l-haremeyn, II/101-102, [DİA, 29- 477]

[27] Daru’l-âsıme, Riyat, 1998, B.I

[28] İbn Teymiye, İktizau’s-sırati’l-müstakim, Mektebetu’r-rüşd, Riyat, Trh: yok,  II/621-22

[29] İbn Teymiye, İktizau’s-sırati’l-müstakim, II/622

[30] İbnMâce, “Kitâbu’l-mesâcid”, No: 741

[31] İbn Teymiye, İktizau’s-sırati’l-müstakim, II/619-20

[32] İbn Teymiye, Mecmuatu’l-fetâvâ, Daru’l-vefâ, 2005, B.III, XXV/160

[33] Ebu Hafs Tâcüddin el-Fâkihânî, el-Mevrid fî ameli’l-mevlid, (“Resâil fî hükmi’l-ihtifâl bi’l-mevlidi’n-nebevî içerisinde) Daru’l-âsıme, Riyat, 1998, B.I, I/8-12

[34] Muhammed b. İbrahim Âl eş-Şeyh, fî inkâri’l-ihtifal bi’l-mevlidi’n-nebevî, (“Resâil fî hükmi’l-ihtifâl bi’l-mevlidi’n-nebevî içerisinde) Daru’l s. 34

[35] Muhammed b. Alevî el-Mâlikî el-Haseni, Havle’l-ihtifâl bi zikra’l-mevlidi’n-nebeviyyi’ş-şerîf, el-Mektebetu’l-asriyye, Beyrut, 2010, s.55

[36] Bu konuda geniş malumat için bkz. Ebu İshak İbrahim b. Musa eş-Şâtıbî, el-İ’tisâm, Daru İbn Hazm, Beyrut, 2012, B.I, s. 22 vd.

[37] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXII/237, No: 14334, Nesai, “Salatu’l-Îdeyn”, No: 1578, Ebu Davud, “Kitabu’s-sünne”, No: 4609, İbn Mace, “İman”, No: 42, İbn Huzeyme, Sahih, “Kitabu’l-cumu’a”, No: 1785, İbn Hibbân, Sahih, “Mukaddime”, 10

[38] Taberâni, el-Mu’cemu’l-evsat, No: 4386, Müsnedu’ş-şâmiyyîn, No: 2560,  İbn Huzeyme, Sahih, No: 2447 vd.

[39] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 9672, Buhari, “Ebvâbu’t-teheccüd”, No: 1098

[40] Buhari, Sıfatu’s-salât, No: 766, Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 18996, Malik, Muvatta, Kitabu’l-kur’an, No: 493, Nesai, Sıfatu’s-salat, No: 931, Ebu Davud, Kitabu’s-salat, No: 770, Tirmizi, Ebvabu’s-salat, No: 404, Hakim, el-Müstedrek, No: 819

[41] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 23041, Hakim, Müstedrek, No: 1858, Tirmizi, Kitabu’d-daavât, No: 3475, İbn Asâkir, Mu’cem, No: 691

[42] Vehbi Süleyman Ğavci, Kelimetun ilmiyyetun hâdiyetun fi’l-bid’ati ve ahkâmiha, Daru’l-beşair, Dımeşk, Suriye, 2004, B.I

[43]Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXVIII/49, No: 16835, Müslim, Kitabu’z-zikr, No:2701, İbn Hibbân, Sahih, No: 813, Taberâni, el-Mu’cemu’l-kebîr, No: 701

[44] Buhari, Sıfatu’s-salât, No: 741, Tirmizi, “Fedâilu’l-Kur’an”, No: 2901

[45] Esasında İbn Teymiye dahi “Mecmu’u’l-fetâvâ” (XXI/313)da Allah Resulü ﷺ ’nün hamama girmemesinden hamama girmenin mekruh olacağı şeklinde bir hükme gitmenin yanlış olacağını söyleyerek ,Hz. Peygamber ﷺ ’in bir şeyi yapmamasından onun mekruh (bidat) olduğunu anlamanın doğru olmadığını ifade etmektedir. Mevlit konusu da aynen böyledir. Bidat olduğunu bu noktadan hareketle ispat etmeye çalışmak abesle iştigal kabilindendir. Bkz. Muhammed Ahmed Zeyn, el-Beyânu’n-nebevî an fadli’l-ihtifâl bi’l-mevlidi’n-nebevi, Daru’l-buhûs li’d-dirâsâti’l-İslâmiyye ve ihyâi’t-türâs, 2005, B.II, s. 36

[46] Ğavci, a.g.e., s. 250

[47] Bkz. İbn Hümam, Kemaluddin Muhammed b. Abdülvahid, et-Tahrîr, Mustafa el-Bâbî matbaası, 1351 s. 217, Sa’duddin et-Teftâzânî, et-Telvîh ale’t-tavdîh, Daru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut-Lübnan, B.I, II/259, Bedrettin ez-Zerkeşî, el-Bahru’l-muhît, Daru’s-safve, 1992, B.II, I/175

[48] Abdullah b. Muhammed Sıddîk el-Ğumârî, İtkânu’s-san’a fî tahkik-i ma’ne’l-bid’a, Alemu’l-kütub, Beyrut-Lübnan, 2006, s. 9

[49] Bu bağlamda Hz. Peygamber ﷺ ’in yapmadığı birçok şeyi daha sonrasında sahabenin yaptığına şahit oluyoruz. Misal olarak zikretmek gerekirse Kur’an’ın toplanması, Makam-ı İbrahim’in Beytullah’tan ayrılması, Cuma günü birinci ezanın ziyade edilmesi, İbn Mes’ud’un teşehhüde ziyadede bulunması, Abdullah b. Ömer (radıyallahu anh)’in teşehhüdün evveline besmele ziyade etmesi, İbn Abbas (radıyallahu anh) ’ın Kabenin dört rüknünü de istilam etmesi gibi olayları zikredebiliriz. Tafsil için bkz. Abdullah b. Şeyh Ebubekir b. Sâlim, Hulasatu’l-kelâm fi’l-ihtifâli bi mevlid-i hayri’l-enâm, Daru’l-fakîh, B.IV, s. 23-29

[50] Buhari, “Kitabu’l-cumu’a”, No: 1129, Müslim, “Salâtu’l-müsâfirîn”, No: 177, Ebu Davud, “Kitabu’s-salat”, No: 1373, İbn Hibbân, Sahih, No: 2542

[51] Ğavci, a.g.e., s. 251-53, Abdullah b. Muhammed Sıddîk el-Ğumâri, Hüsnü’t-tefehhüm ve’t-terk li mes’eleti’t-terk, Mektebetu’l-kahire, s.9 vd.

[52] Buhari, “Kitabu’s-sulh”, No: 2550, Müslim, “Kitabu’l-akdıye”, No: 1718,   Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 26033, Ebu Davud, “Kitabu’s-sünne”, No: 4606, İbn Mâce, “Mukaddime”, No: 14, İbn Hibbân, Sahih, “Mukaddime”, No: 26

[53]  İsa b. Abdullah, el-Bid’atu’l-hasene aslun min usûli’d-dîn, s. 115

[54] Muhammed Bahit el-Muti’î, Ahsenu’l-kelâm fîmâ yeteallaku bi’s-sünneti ve’l-bid’ati mine’l-ahkâm, Kahire, 1329, s. 6

[55] Ebubekir ibn Arabî, Ârizatu’l-ahvezî, X/147, Muhammed b. Muhammed el-Amrâvî, Mefhûmu’l-bid’a inde ulemâi’l-ümme, Ma’hedu’l-imam Malik, Mağrib, 2008, B.I

[56] Ebu Şame, Şihabuddin Abdurrahman b. İsmail, el-Bâis alâ inkâri’l-bida’i ve’l-havâdis, Matbaatu’n-nahzati’l-hadisiyye, Mekke, 1981, B.II, s. 20 vd.

[57] İmam-ı Rabbânî, Ahmed el-Farûkî, el-Mektûbâtu’r-Rabbaniyye, I/272

[58] Ebu Hanife, Nu’man b. Sâbit, el-Âlim ve’l-müteallim, Said Abdüllatif Fûde, eş-Şerhu’l-kebîr ale’l-akîdeti’t-Tahaviyye, Daru’z-zehâir, Beyrut-Lübnan, I/79

[59] Tafsilat için bkz. Abdülhayy el-Leknevî, İkâmetu’l-hücce fî enne’l-iksâre fi’t-taabbudi leyse bi bid’a, (Mecmu’atu resâili’l-Leknevî içerisinde) İntişârâtu Şeyhi’l-islâm Ahmed Câm

[60] Buhari, Kitabu’n-nikâh, No: 4813,Ebu Avâne, Müsned, No: 4403, Taberânî, Müsnedü’şşâmiyyîn, No: 3114, Beyhaki, esSünenu’lkübrâ, No: 155

[61] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 22537, Hakim, Müstedrek, No: 4179, Nesâi, es-Sünenu’l-kübrâ, No: 2790

[62] Yunus, 58

[63] Enbiya, 107

[64] Malik, Muvatta, No: 364, Müslim, Kitabu’l- Cumu’a, No: 2013,Ebu Davud, Sünen, Kitabu’s-salat, No: 1048, Tirmizi, Sünen, “Ebvâbu’l-cumu’a”, No: 488, İbn Huzeyme, Sahih, Kitabu’l-cumua, No: 1728

[65] Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 3600, Tayâlisî, Müsned, No: 246, Benzer bir lafızla Bezzâr, Müsned, No: 1816,

[66] Muhammed b. Alevî el-Mâlikî el-Hasenî, ezZehâiru’lMuhammediyye, Beyrut, 2008,  s. 263-70

[67] Buhari, “Kitabu Fedaili’s-sahabe”, No: 3727, Müslim, “Sıyam”, No: 2712, Ebu Davud, Sünen, “Kitabu’s-savm”, No: 2446, İbn Huzeyme, Sahih, No: 2084

[68] İbrahim, 5

[69] Ahzâb, 56

[70] Burhaneddin el-Halebî Ebu’l-vefâ İbrahim el-Acemî, el-İğtibât bimen rumiye mine’r-ruvâti bi’l-ihtilât, Daru’l-hadis, Kahire, 1998, B.I, I/368, (Alâuddin Ali Rıza, Nihâyetu’l-iğtibât, I/368)

[71] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye, XIII/136, İbn Şeyh, a.g.e., s. 53, İbn Malikî el-Alevi, a.g.e., s. 56

[72] Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, No: 13623, Hakim, Müstedrek, Kitabu’l-ilim, No: 393

[73] Bu konuda çok müfit tespit ve bilgiler için bkz. Eşref Ali Tehânevî, el-İntibâhâtu’l-müfîde, Mektebetu Camiati dâri’l-ulûm, Karaçi, Pakistan,  s. 139 vd.