İslâm’ın Felsefe ve Mantık İlimlerine Yaklaşımı Nasıldır? Bazı Âlimlerin Bu İlimleri Haram Gördüğü Doğru Mudur?

Felsefe, ilk çağdan itibaren Yunan felsefesi ve ondan doğmuş olan Helenizm-Roma felsefesi gibi farklı fraksiyonlarla varlığını sürdürmüştür. Antik çağı, milattan önce 8. Yüzyıldan başlayan ve milattan sonra 5.yüzyılda sona eren zaman aralığı olarak kabul ettiğimizde felsefenin tarihçe olarak Hz. Peygamber (aleyhisselâm)’in gönderilişinden öncesinde de var olduğunu saptamamız gerekir. Esasen felsefe, insanlık var olduğu sürece mevcudiyetini koruyan ‘bu evren nereden geldi ve nereye gidiyor’ ve ‘insanın bu hayat içerisindeki varlık amacı ve yazgısı nedir?’ gibi sorulara cevap arayan bir bilim dalı olarak da nitelendirilir. Fakat burada şöyle önemli bir ayrıntı vardır: Bu sorulara insanlık tarihi boyunca farklı uygarlıklarda dînî ve geleneksel cevaplar verilmiştir. Felsefe, bu cevapları bir aşamadan sonra mitoslar olarak gören ve insanı ikna etmeye yetmeyeceği iddiasıyla bunlara cevap arama iddiası güden bir düşünce sistemidir.[1]

İşin tam da burasında İslâm’ın felsefeye nasıl bakacağı hususu netleşmektedir. Zira neredeyse her dönem muhtelif faktörler, felsefî düşünce sistemlerine yön vermişlerdir. İslâm, bir düşünce sisteminin makbûliyetini ölçerken kendi sabiteleriyle uyum içerisinde olup olmadığına bakar. Şayet bu noktada problemler barındırıyorsa ona geçit vermez. Mesela, salt aklın bütün bir eşyayı keşfetmeye, tüm olguları çözebilmeye yeteceği düşüncesini taşıyan bir felsefe, İslâmiyet tarafından pek tabii kabul görmez. Gerek aklın ve gerekse duyuların belli şeyleri idrak etmede elbette ki payı büyüktür lakin bu payın yerli yerince bir alanla sınırlandırılması da gereklidir.

İmam Gazzâlî’nin el-Münkiz mine’d-Dalâl’indeki enfes tasnifine göre[2] felsefeyi yönlendiren düşünsel sistemlerden biri kimi zaman materyalist düşünce olmuştur. Materyalistler, âlemin ezelden beri mevcut olduğunu iddia etmekte ve insanoğlunun neden-sonuç ilişkisi içerisinde türemesinde olduğu gibi âleminde sonsuza dek devam edeceğini savunmuşlardır. İmdi, felsefe kimliğiyle karşımıza çıkan böylesi bir düşünceyi İslâm’ın tasvip etmesini bekleyemeyiz. Zira âlemin yaratıcısının olmadığı kabulünü taşıyan ve ilk olarak Demokritos’un savunduğu Materyalist Determinizm düşüncesi, evrenin tamamen atom denen partiküllerden oluştuğunu ve var olan her şeyin bu partiküllerin hareketlerinin bir sonucu olarak meydana geldiğini savunur. Atom teorisi olarak da tanımlanan bu düşünce, yaratıcı olan bir ilahın varlığını inkârı içerdiğinden dolayı İslâm’a göre doğrudan küfürdür.

Bunun dışında ikinci olarak alt grupta yer alan Natüralistler ise tabiat hakkında ileri seviyede araştırmalar yapmışlar; hususen bitki ve hayvanların anatomik yapılarını iyiden iyiye incelemişlerdir. Nihâî olarak bir yaratıcının varlığını itiraf etmekten geri durmamışlardır. Şu kadarı var ki, insanın ölümünün bir yok oluş manasına geldiğini iddia ederek ahireti inkâr etmiş ve İslâm’a göre kâfir olmuşlardır.

Üçüncü grup ise Sokrat, Eflatun ve Aristoteles gibi öncekilere nispetle müteahhir olan filozoflardır. Bunlar önceki iki grubun görüşlerini reddetmişler ve içlerinden Aristo da Eflatun ve Sokratın görüşlerini reddederek kendisini onlardan tamamen ayrı tutmuştur. Ne var ki, reddettiği filozofların bâtıl görüşlerinden kurtulamamıştır. Bu sebeple bu sınıftaki filozofların da tekfir edilmesi gerekir.[3]

İmam Gazzâlî’nin felsefecilere yönelik bu veciz sınıflandırmasını bu bağlamda zikretmemizin nedeni, İslâm’ın bir düşünce sistemini nasıl değerlendireceğine yönelik örneklik teşkil ettiği içindir. Felsefenin takip ettiği bu gibi yanlış ve İslâm ile asla bağdaşmayacak düşüncelerden dolayı tarih boyu ulema felsefeye son derece mesafeli durmuşlardır. Nitekim Abbâsîler döneminde Beytü’l-Hikme ile başlayan tercüme faaliyetleri ve fetihler sebebiyle İslâm topraklarının gittikçe genişlemesi, farklı kültürlerle tanışmanın kaçınılmaz bir tesiri olarak felsefenin de İslâm dünyasına girmesine sebep olmuştu. Müslümanlar bu vesileyle, Helenistik, Hind ve İran kültürleriyle tanışmış ve onlar üzerinde hâkimiyet kurabilmenin bir yolunun felsefeyi de iyi bilmeye bağlı olduğuna kani olmuşlardır. Daha sonraları adına, ‘İslâm felsefesi’ denen ve usulü ve kâidelerinin çoğunu İslâm’dan aldığı belirtilen ilim de hem bu kültürlerdeki felsefe anlayışlarından hem de genel anlamda çoğunlukla Yunan felsefesi’nden ve has dairede de Eflâtun ve Aristoteles’ten esinlenmiştir.[4]

Şu da bir hakikat ki Müslümanlar, bu tarz faklı düşüncelerle karşılaşmanın ilk evresinde Antik Yunan’ın Eflatun, Aristoteles ve Plotinos gibi filozoflarından ziyade fiziki kimya, simya, mantık, tıp ve astronomi gibi alanlar ile kelâmî tartışmaları besleyip bu tartışmalara argüman olabilecek bilgilere yönelmişlerdir.[5]

Bunun yanında tarih boyu filozofların görüşlerinden hareketle İslâm’a yönelik itirazlarda bulunanlara kavi cevaplar verebilmek için aynı ilmi membaından öğrenerek adeta düşmanın silahıyla silahlanmanın gerekli olduğu kanaati de zamanla bazı İslâm âlimlerinde yerleşmiştir. Ne var ki bu durum her coğrafya ve kişide aynı sonucu vermemiş aksine bazı Müslüman görünümlü isimlerde İslâm’ı savunma adı altında İslâmî hakikatleri felsefî görüşlere kurban etme noktasına evrilmiştir.[6] Zamanımızda da maalesef bu durum sıklıkla müşahede edilmektedir. Trend olan bazı gündemler vesilesiyle birdenbire felsefeye ilgi duyan fakat hiçbir ilmî altyapısı olmayan gençler en ağır felsefî görüşleri kendi başına okuyup çözme eğilimi göstererek büyük bir tehlike içerisine düşmektedirler. Bu durumu İslâm âlimleri zaten çok tehlikeli bulup asla cevaz vermedikleri gibi işe dînî açıdan bakmayan felsefeciler de çok yanlış ve anlamsız bulmaktadırlar.

Örneğin, Ömer Naci Soykan’ın kendi fikri olarak meseleye yaklaşımı şöyledir: “Neden insanlar felsefeye ilgi duyar? Psikolojik sorunları olan kimi gençlerin felsefeye ilgi duyduğunu görüyorum. Ancak bu ilginin sağlıklı sonuçlar vermesini beklemek çok zordur. Felsefe sağlıksız kafaları daha sağlıksız; sağlam kafaları da daha sağlam yapar. Çünkü felsefenin gerektirdiği gidimli düşünce, neden sonuç ilişkisi kurma, gerekçelendirme gibi zihinsel edimleri gerçek-leştirebilen sağlam kafa, bunları yaparken daha da sağlamlaşır. Oysa aynı edimleri gerçekleştiremeyen sağlıksız kafa, kuracağı sakat ilişkilerle kendi sakatlığını daha da artırır. Felsefece güçlenmiş bilinç, her tür sorunun üstesinde gelemezse de onlar karşısında sağlam duruşuyla insana bilgece davranış olanağı sağlayabilir. Zaten felsefenin sözlük anlamı da “bilgeliği sevmek” (“philo-sophia”) de-mektir. Felsefe bu anlamını başından beri hiç yitirmedi.”[7]

İslâm’ı savunma iddiasıyla felsefe öğrenilmesi gerektiğini iddia eden bazılarının zihniyeti, İslâm’ın hakikatlerini esas almak değil felsefenin tartışılmaz gibi görüp gösterdiği esaslarını baz almak üzerine kurgulanmış durumdadır. Aslında tarih boyu felsefecilerin yapmak istedikleri şey de budur. Nitekim İmam Gazzâlî de bu noktaya dikkat çekmiştir. Gazzâlî’ye göre Filozofların, metafizikle alakalı ispata kalkıştıkları bilgilerin doğruluğunun anlaşılabilmesi için mantık ve matematiksel ilimlerin tahsilini zorunlu görmeleri, yarım akıllıları matematik ilimlerindeki kesinliğin metafizikle ilgili söylediklerinde de var olduğuna ikna edebilmeleri amacına yöneliktir.[8]

İslâmî ilimlerle felsefe arasında kurulan ve zamanla İslâm’ın esaslarının buharlaştırılması sonucuna müncer olan sürece ulema daima karşı çıkmıştır. Nitekim âlimlerimizin gerek mantık ve gerekse kelâm ilimlerine yönelik eleştirilerinin arka planında esasen ‘felsefe’ eleştirisi yatmaktadır.[9] Bu da bize İslâm âlimlerinin felsefeye bakış açısının, ehli olan kişilerin doğruyu ispat edebilmek veya filozofların tutarsızlıklarını tespit edebilmek için yeterince felsefî argümanları kullanmaya müsaade edilmesi gerektiği bunun yanı sıra okuduğunda kafası karışacak olan ve düşünce koordinatları yerli yerine oturmamış kişiler içinse felsefeden uzak durmaları gerektiği şeklinde olduğunu göstermektedir.

Kendisinden önce Nevevî ve İbnu’s-Salâh gibilerinin, felsefeden süzülen[10] mantık ilmini haram görmesine rağmen Fârâbî’nin ‘ilimlerin reisi’ dediği, buna karşın İbn Sînâ’nın ‘ilimlerin hizmetçisi’ diye isimlendirdiği bu ilmi tahsil etmenin caiz olup olmadığı sorusuna 10.yy. âlimlerinden er-Remli’nin verdiği şu cevap manidardır: “Mantık ilmiyle meşgul olmanın hükmü hususunda üç görüş vardır. İbnu’s-Salâh ve Nevevî, bu iştigalin haram olduğunu söylemişler, Gazzâlî ise mantık bilmeyenin ilimlerine güvenilmeyeceğini savunmuştur. Tercih edilmesi gereken görüş, bazılarının da müdafaa ettiği şu görüş, bu ilimle meşguliyetin zihninin sağlamlığına güvenen ve Kitap-Sünnetle iyice hemhal olan kişi için caiz olacağıdır. Mantık ilminin gayesi, insanı fikir sapmasından korumaktır. Mantığın manaya nispetle misyonu, Nahiv ilminin lafızlara yönelik işlevi gibidir. Bu ilim haddi zatında başka ilimlere alettir bir başka alete ihtiyaç duymamaktadır. ”[11]

Keza İbn Hacer el-Heytemî de bu meyanda şöyle demektedir:

“Müteahhirûn âlimlerden bir grup, “kişi bilmediği şeyin düşmanıdır” sözünün de işaret ettiği üzere, cehaletlerinden ötürü mantığı hedef almaktadır. Filozoflar ya da diğer (Heretik) gruplar tarafından ortaya atılan şüphelere cevap vermenin, mantık kaidelerine uymaktan başka yolu yoktur. Mantık ilminin dinî ilimlerde faydalı addedilmesi için bu bilgi kâfidir. Filozoflar veya onlara hocalık yapan insanlar karşısında söyleyecek tek bir sözlerinin dahi olmaması, mantıktan bihaber olan insanlar için yeterli bir motivasyon olmalıdır. Aksi takdirde filozof yahut sempatizanı türlü türlü delil ileri sürerken mantık bilmeyen kişi –ne kadar ileri gelen bir âlim olursa olsun- onun karşısında sessiz kalacak, ne cevap vereceğini bilemeyecektir. Önde gelen Mâlikî âlimlerinden Kârâfî (Şihâbuddîn Ahmed [v. 684/1285]), mantığı içtihadın şartlarından biri saymakta sonuna kadar haklıydı.”[12]

Buraya kadar yaptığımız tafsilden de anlaşılacağı üzere İslâm uleması felsefeyi, İslâmî ilimlerde çok sağlam altyapıya sahip belli kişilerin, mülhidlerin dine yönelik getirdikleri itirazlara karşı daha iyi savunma yapabilmek gibi maslahatlara binaen zarureten öğrenilebilecek ilim olarak değerlendirmiştir. Bununla birlikte İbnu’s-Salâh, Nevevî ve Suyûtî gibi isimler dışında diğer alimlerimiz, felsefeden esinlenerek sistematize edilmiş olan ve ilimlerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacak mantık ilmini öğrenmenin ise lüzumuna kail olmuşlardır. Özet bir şekilde izah etmeye çalıştığımız üzere alimlerimizin hiçbir kayıt koymaksızın hemen herkes için bu ilimleri haram gördüğünü söylemek doğru değildir.


[1] Mâcit ÖZBERK, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, Haziran, 2023, s. 12.

[2] Ebû Hâmid Gazzâlî, el-Munkiz mine’d-Dalâl ve’l-Mûsil ilâ zi’l-İzzeti ve’l-Celâl, Dâru’l-Endelus, 1967, Beyrut-Lübnan, Baskı: VII, s. 76 vd.

[3] Gazzâlî, el-Munkiz mine’d-Dalâl, s.77.

[4] Ömer Mahmud et-eş-Şeybânî, Mukaddime fi’l-Felsefeti’l-İslâmiyye, 1982, Baskı: III, s. 84

[5] Eyüp Bekiryazıcı, İslâm Düşüncesinde Felsefî Ekoller, s. 93.

[6] Örneğin bir natüralist filozof olarak Ebubekir Râzî’yi inceleyebiliriz. Bkz. Hasan Hüseyin BİRCAN, İslâm Felsefesi Tarihine Giriş, Dem Yayınevi, İstanbul, 2013, Baskı: III, s. 115-122

[7] Ömer Naci SOYKAN, “Felsefe Hayata Ne Yapar?”, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2013, Ekim, Sayı: IV, s. 8.

[8] Ebû Hâmid Gazzâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, Beyrut- Lübnan, 1990, s. 40.

[9] Sa‘duddin et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, Mektebetu’L-Külliyyâti’l-Ezheriyye, 1988, s. 12.

[10] Burada ‘süzülen’ ifadesini kullanmamızın arka planında yatan amaç şu şekilde özetlenebilir: ‘Aristo mantığının aktarılmasında bundan sonra katkısı olanları şöyle sıralayabiliriz: M.Ö.l.Yüzyılda Çiçero(l06-43) Yunan felsefesini Latince ifade etmek istemiştir. Mantığın gelişmesinde orijinal katkı sağlamarnakla birlikte onun asıl hizmeti Yunanca mantık terimlerinin latince karşılıklarını bulmak olmuştur. Milattan sonra II. Yüzyılda mantıkla ilgili Latince küçük bir mantık kitabına sahibiz. Bu kitap Aristoteles ve Stoa mantık anlayışlarının bir karşılaştırmasını yapıyor. IL Yüzyılda mantık hakkında eser veren en önemli kişi fızikçi ve tıpçı Galen( 129-I 99)dir. Mantık konularını Aristocu bir anlayışla işleyen Galen, hem Aristocu hem de Stoacı okulların teknik terimlerini de kullanmıştır. Galen Aristoteles’in “Kategorik Kıyas”ı ile Stoalıların “Hypothetic

Kıyas”larını değerlendirirken kategorik kıyasın tabi düzene daha uygun olduğunu kabul eder. Çünkü Aristoteles’in mantığı geometrik ispatlamalada da ilgili olarak görülürken Stoa mantığı ise sadece metafizik problemleri çözmek için kullanılan diyalektikle ilgili olarak görülmüştür. İslam mantıkçılarının Galen’in mantık görüşlerini bir şekilde öğrendiklerini görüyoruz, çünkü onlar Stoa mantığının ele aldığı konulara, mesela şartlı kıyaslar, modalite teorisi gibi bazı konularda görüşlerine de yer vermişlerdir. Halbuki Aristo şartlı önermelere temas ederken şartlı kıyaslara pek itibar etmemiştir. Buna rağmen Stoa mantığı ile ilgili çalışmalar geleneksel Aristoteles mantığı içerisinde kalmıştır.’ Bkz. İsmail Köz, İslâm Mantık Külliyatının Teşekkülü, Felsefe Dünyası, 1992-2, Sayı: 30, s. 92-93.

[11] Şihâbuddin er-Remlî, Fetâva’r-Remlî, el-Mektebetu’l-İslâmiyye, IV/337.

[12] İbn Hacer el-Heytemî, Fetâvâ, I/50; [Khaled el-ROUAYHEB, Çvr: Sacide ATAŞ, “Sünnî Müslüman Âlimlerin Mantık İlmi Karşısındaki Tavırları”, Mantık Araştırmaları Dergisi, I (2019), s. 124].