Allah ﷻ Kur’an-ı Hakim’de zekat verilecek sınıfların içerisinde müellefe-i kulûb’u da zikretmektedir.[1] Müellefe-i Kulûb, lügavî anlamı itibarıyla “kalpleri ülfet ettirilenler” manasına gelmektedir. Daha geniş anlamıyla müellefe-i kulûb, Allah Resulü ﷺ ’nün kalplerini İslâm’a ısındırma maksadıyla kendilerine bahşiş vermiş olduğu kişilerdi.[2] Bunlar kâfir ve Müslümanlardan teşekkül eden iki grup insandı.[3]
Müslüman olanlardan bir kısmı, Uyeyne b. Bedr ve Ekra‘ b. Hâris gibi, İslâm’a girmiş olmasına rağmen niyeti zayıf olan ve her an irtidat etme tehlikesi bulunan kişilerden ibaretti. Bunlara hazineden yardımda bulunulması bizatihi kendilerinin kalplerini İslam’a ısındırmaya yönelikti. Zira bunlar kendilerine herhangi bir hayır isabet ettiğinde İslam için “bu iyi bir dinmiş” deyip şer isabet ettiğinde ise ayıplayan kişilerdi.[4]
Diğer grup ise, Adiy b. Hâtim ve Zibrikân b. Bedr gibi, İslam’a girişindeki niyet sağlam olmakla birlikte belli bir kitleye sahip olan insanlardı. Bunlara parasal destekte bulunulmasındaki gaye kendilerine raci değil tesir altında bıraktıkları kavimlerinin İslam’a ısınması amacına yönelikti.
Kafir olanlar da iki kısımdı. Şerrinden korunmak maksadıyla kendisine maddi destek sağlananlar ve İslam’a meyilli olduğu sezilerek Müslüman olması için bahşiş verilenler…[5] Allah Resulü ﷺ bu tür gayelerle ayette zikredilen müellefe-i kulûba, zekat için toplanan paralardan vermiştir. Bu faaliyet insanoğlunun bir zaafı olan[6] mala düşkünlük yönünü kullanarak dini noktada inancı zayıf olanları İslam’a daha da ısındırmak, düşmanlığı olanların saldırılarına engel olmak, her an dinden dönme ihtimali olanların ayaklarını sabit kadem kılmak maksadıyla icra edilmekteydi. Nitekim Safvan b. Uyeyne’nin “Resulüllah ﷺ bana insanların en sevimsizi idi. Fakat bana bahşiş verdikçe zamanla insanların en sevimlisi oldu”[7] şeklindeki sözü yapılan bu ödemelerden ne tür semereler elde edildiğinin bariz bir misaliydi.
Hz. Peygamber ﷺ döneminde uygulanmakta olan bu faaliyet hulefâ-i râşidin döneminde terk edildi. Hadise şöyle gelişti: Uyeyne b. Hısn ve Ekra‘ b. Hâbis Hz. Ebubekir’e gelerek kendilerine arazi tahsisinde bulunmasını talep ettiler. Hz. Ebubekir de bu iş için bir vesika hazırlayıp şahitlerden birini de o an için orda bulunmayan Hz. Ömer olarak yazdı. Onlar bu vesikayı alıp Hz. Ömer’in yanına geldiklerinde Hz. Ömer ellerindeki kağıdı alarak imha etti. Ardından: “Resulüllah ﷺ kalplerinizi ısındırmak maksadıyla size mal veriyordu, bu doğru. Fakat İslam o zamanda yeterince güç ve kuvvet kazanmamıştı. Bugün ise Allah dinini aziz kılmıştır. Gidin çalışıp kazanın” diyerek onları gönderdi.[8] Sahabeden Hz. Ömer’in vermiş olduğu bu hükme itiraz eden hiç kimse olmadı. Aksine terk edilmesi hususunda icmâ oluştu.[9] Üstelik bu hükümden dolayı bir takım zayıf imanlıların tekrardan küfre dönme ihtimali bulunmasına rağmen.[10]
Farklı şekillerde de nakledilen bu olay üzerinden bazıları Hz. Ömer ’in mezkur içtihadıyla bu husustaki yerleşik sünnete muhalefet ettiğini, hatta ayette tasrih edilen zekat masriflerinden birini ortadan kaldırdığını iddia etmişlerdir. Yüzeysel bakıldığında böyle bir görünüm arz eden meselenin, aslına indiğimizde hakikatin iddia edilenle bir alakasının olmadığını görmekteyiz. Zira her şeyden önce Allah Resulü ﷺ müellefe-i kulûba verdiği bahşişleri her zaman hazinedeki zekat payından vermemiştir. Farklı sebeplerle muhtelif gelirlerden onlara tahsisatta bulunmuştur. Öyle ki, Huneyn günü müellefe sınıfından olan Ebu Süfyan, Hâris b. Hişâm, Malik b. Avf gibi on beş kişiye ganimet malından yüzer deve vermişti.[11] Dolayısıyla Hz. Ömer’in daha sonra bunu ödememesi müellefe-i kulûb sınıfını zekat masrifinden çıkardığı anlamına gelmez. Belki, Hz. Ömer’in yaptığı şey, müellefeye zekât fonundan yapılan ödemelerin durdurulması olmuştur.
Ayrıca, Hz. Ömer’in müellefe-i kulûba ödeme yapmayı külliyyen terk ettiği şeklindeki iddia da doğru değildir. Nitekim, Abdullah b. Abbas’ın nakline göre Uyeyne b. Hısn, yeğeni Hurr b. Kays’ın tavassutuyla halifeyle görüşmek istemiş ve görüşme gerçekleşince sitemli bir şekilde mal talebinde bulunmuştur.[12] Dünyalık mal isteme ifadesinde yer alan “Sen bize bol mal vermezsin” şeklindeki ifade ve bu zatın böyle bir taleple Hz. Ömer’in huzuruna çıkabilmesi o zaman açısından müellefe-i kulûba yapılan ödemelerin külliyyen kaldırılmadığını göstermektedir. Bunun dışında Hz. Ömer’in kendi döneminde müellefeye maaş bağlattığına dair başka sarih örnekler[13] de onun bu sınıfa sadece zekât fonundan ödemeyi durdurduğunu ispatlamaktadır.
Bir an için kabul edip Hz. Ömer’in Hz. Peygamber ﷺ dönemindeki bu uygulamayı kaldırdığını düşünecek olsak dahi bu onun Kur’an ayetini nesh ettiği ve sünnetle sabit bir uygulamayı mesnetsiz kaldırdığı anlamına gelmez. Zira Hz. Ömer müellefeye zekat payından vermemesini “o gün İslam yeterince bir güç kazanmış değildi. Bugün ise artık bu güce erişmiş durumda. Öyleyse gidin alın terinizle para kazanın” manasındaki sözüyle gerekçelendirmiştir. Esasen bu gerekçe Hz. Ömer’in ictihad veçhini de ortaya koymaktadır.
Zira bir hükmün müştak/türeyen bir kelimeye bağlanması me’hazu’l-iştikâkın/türediği kökün illet olduğunu bildirir. Buna göre zekat ayetinde müştak olan “müellefe” kelimesinin yer alması bu kelimenin kökeni olan “telifin” bu sınıfa zekat verilmesinde illet olduğunu ortaya koymaktadır. Yani bu sınıftaki insanlara “telif/kalplerini ısındırma” illetiyle zekat verilmekteydi. Zekat verilme hükmü bu illet üzerine mebniydi. Malumdur ki, zamanların ve şartların değişmesiyle ortadan kalkabilecek bir illet üzerine mebni olan hükümler o illetlerin ortadan kalkmasıyla izale olurlar. Buna göre İslam’ın kifâî manada güce erişmediği bir dönemde, adam kazanabilmek ve düşmanın da şerrinden emin olabilmek maksadıyla icra edilen bir fiil bu ihtiyaç ve tehlikenin ortadan kalktığı bir mecrada uygulamadan kalkabilir. Mamafih aynı illetin geriye dönmesiyle hükmün tekrar uygulamaya konacağını da unutmamak gerekir. İmam Mâturîdî ’nin “ictihadla nesih” dediği hadise budur.[14]
Bir başka açıdan bakıldığında Hz. Ömer’in bu ictihad ile müellefe-i kulûba zekat fonundan pay verilmemesi şeklindeki içtihadı Hz. Peygamber ﷺ zamanındaki uygulamayı kaldırmanın aksine yerleştirmek anlamına gelmektedir. Zira müllefeye zekat verilmesindeki amaç İslam’ın aziz kılınmasıydı. Bu da Hz. Peygamber ﷺ döneminde onlara zekat fonundan ödeme yapılmasıyla oluyordu. İslam ve ehlinin ziyadesiyle hakimiyet sağladığı Hulefa döneminde ise pay verilmemesiyle oluyordu. Dolayısıyla maksat “i’zaz/ aziz kılmak” olunca zaman ve şartların değişmesine göre bu kimi zaman vermek, kimi zaman vermemekle meydana geliyordu. Aslî maksada göre vermek veya vermemek bir amaç değil araç mesabesindeydi. Bu yaklaşıma göre ortada neshedilen bir hüküm de yoktur. [15]
Hz. Ömer’in bu uygulaması, kısaca izah ettiğimiz böyle bir manayı tazammun etmekteyken buradan keyfî içtihada veya tarihselciliğe ekmek çıkartmaya çalışmak ya meseleyi hiç anlamamış olmak veya kasten çarpıtmaktan kaynaklanan bir tutumdur. Zira bu hükmün kıyamete dek baki olduğunda hiç şüphe yoktur.[16] Sadece illetinin mevcudiyeti üzerinden halen uygulanıp uygulanamayacağı tartışılmıştır. İmam Malik’in “Bugün müellefe yoktur” şeklindeki sözü[17] ve İmam Ebu Hanife ile İmam eş-Şafii’nin bunun aksini savunması[18] bu hükmün tarihselliği ile ilgili olmayıp Hz. Peygamber ﷺ ’e has olup olmamasıyla ilgilidir.[19]
Özetleyecek olursak: Hz. Ömer’in müellefe-i kulûba bahşiş verilmesi uygulamasını topyekûn kaldırdığı şeklindeki iddia gerçeği yansıtmamaktadır. Bilakis onun yaptığı şey, müellefeye zekat fonundan tahsisat yapılmasını kaldırmaktır. Bu da hükme medar kılınan illetin daha sonra zaman ve şartların değişmesiyle izale olması sonucunda, tekrar o illet tezahür edinceye kadar hükmün de uygulamadan kalkacağı şeklindeki kaidenin mucebidir. Hz. Ömer’in bu uygulaması ne Kur’an ayetini belli bir zamana tahsis ederek –hâşâ- tarihselci düşünmek, ne ayeti keyfe keder neshetmek ne de sünnet-i seniyyede var olan bir uygulamayı indî bir yetkiyle kaldırmaktır. Bilakis bu uygulama, Kur’an ve Sünnet’in manasını muradullaha muvafık anlayarak sahih bir içtihatta bulunmaktan ibarettir.
[1] Tevbe, 60
[2] İbn Cüzzî, Ebu’l-Kâsım Muhammed b. Ahmed, et-Teshîl li Ulûmi’t-Tenzîl, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1415, Baskı: I, 1/361
[3] İbn Acîbe, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed, el-Bahru’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecid, Nâşir: Hasan Abbas Zeki, Kahire, 1419, II/395
[4] Taberî, Ebu Ca‘fer Muhammed İbn Cerîr Câmi‘u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Hicr, 1422, 1422, Kahire, XI/519, es-Suyûtî Celâluddin, ed-Dürru’l-Mensûr fi’t-Tefsîri bi’l-Me’sûr, Merkezu Hicr, 1424, Baskı: I, 4/412,413
[5] el-Beğavî, Ebu Muhammed el-Hüseyn b. Mes‘ûd, Me’âlimu’t-Tenzîl , Daru tayba, 1411, IV/63,64, Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, III/457
[6] Âl-i İmrân, 14, Âdiyât, 8
[7] İbn Ebî Hâtim er-Râzî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mektebetu Nezzâr Mustafâ el-Bâz, 1419, Baskı: I, XII/501;es-Sa‘lebî, Ahmed b. Muhammed, el-Keşfu ve’l-Beyân an Tefsîri’l-Kur’ân, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Lübnan, 1422, Baskı: I, V/60, Tirmizi, Sünen, “Kitâbu’z-Zekât”, No: 666
[8] İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer, Müsnedu Emîri’l-Mü’minîn Ebî Hafs Umer ibni’l-Hattâb ve Akvâluhû alâ Ebvâbi’l-İlm, Thk: Abdülmün’im el-Kal‘acî, Daru’l-Vefâ- el-Mansûre, 1411, Baskı: I, I/259
[9] Ebu’s-Suud, Muhammed el-İmâdî, İrşâdu’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kur’âni’l-Kerîm, Mektebetu’r-Riyâzi’l-Hadîsiyye, Thk: Abdülkadir Atâ, 2/567
[10] İbn Hümâm, Kemâluddin Muhammed b. Abdülvâhid, Fethu’l-Kadîr, Daru’l-Fikr, II/260
[11] İbn Âdil ed-Dımeşkî, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1419, Baskı: I, X/125, Fahruddin b. Zıyâuddin Ömer, Mefâtîhu’l-Ğayb, Daru’l-Fikr, 1401, Baskı: I, XVI/113
[12] Buhârî, “Kitâbu’l-İ‘tisâm”, No: 6856; “Kitâbu’t-Tefsîr”, No: 4366; Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No: 3122, Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, VIII/161, No: 17089; İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîne, 1399, Cidde, II/687
[13] İbn Cerîr et-Taberî, Târihu’r-Rusül ve’l-Mulûk, Daru’t-Türas, Beyrut, 1387, Baskı: II, IV/88; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru Hicr, 1418, Baskı: I, X/64
[14] el-Mâturîdî, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed, Te’vîlâtu Ehli’s-Sünne, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1426, Baskı: I, V/407
[15] el-Âlûsî, Şihâbuddin es-Seyyid Mahmud, Rûhu’l-Me’ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb‘i’l-Mesânî, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut, Lübnan, X/122
[16] Muhammed Biltâcî, Menhecu Umere’bni’l-Hattâb fi’t-Teşrî‘, Daru’l-Fikri’l-Arabî, s.184
[17] İbn Abdilber, Ebu Amr Yusuf b. Abdillah, el-İstizkâr, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1421, Baskı: I, III/211
[18] Bu görüşte olan alimler Müellefe-i kulûba ödeme yapılmasının halifenin yetkisinde olduğunu ve zamanının şartlarına göre bu şekilde İslam’a ısındırabileceği kişilerin var olduğunu gören halifenin bunu yapabileceğini söylemektedirler. el-Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Müessesetu’r-Risâle, 1427, Baskı: I, X/265,266
[19] İbn Rüşd, Ebu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed, Bidâyetu’l-Müctehid ve Nihâyetu’l-Muktesıt, Matbaatu Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1396, Baskı: IV, I/275
Cevapla
Yorumları Görüntüle