Evrensel Duruşuyla Yine Kur’an-ı Azim Galip Gelecek

Asırlar ötesine hükmeden Kur’an-ı Azîm, nüzulünden bugüne insanlığın hidâyet kaynağı olmuştur. Müminler için bir rahmet olduğu kadar zalimler için de büyük bir hüsran vesilesi olan Kur’an,[1] kimilerini hidâyete eriştirdiği gibi kimilerinin de sapkınlığının artmasına sebep olmuştur.[2] Bu noktada kabahat elbette ki Kur’an’ın değildir. Bilakis suç, Kur’an’ın muradullâha muvâfık biçimde anlaşılmasına engel olacak bir tavırla âyetlere yaklaşanlardadır. Bu yüzden ilgili âyet-i kerime “Verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırır” ifadesiyle bitmektedir. Öyleyse Kur’an, zaten sapmayı tercih etmiş ve hidâyeti arama gibi bir derdi olmadan ayetlerine yaklaşanların hüsran ve dalaletlerini artırmaktadır.

Kur’an’ın indirildiği manada anlaşılmasını temin edebilmek için oluşturulup geliştirilen usûlü zayi edenlerin bu tavırlarının ardında gizli bir kibir yatmaktadır. Oysa “ben anlarım, benim anladığım doğrudur” şeklindeki duygulara dayanan bu kendini beğenmişlik Allah U’ın kelamını anlamanın önündeki en büyük engeldir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar bütün mucizeleri görseler de iman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından ileri gelmektedir.”  İbn Uyeyne 6’nin ifade ettiği gibi Cenâb-ı Hak bu âyette kendini beğenip böbürlenenlerden Kur’an’ı anlama kabiliyetini alacağını ifade buyurmaktadır.[3]

Sapkınlık Merhaleleleri

Allah U’ın, kibirlenenleri bu şekilde bir cezaya dûçar kılması merhale merhale gelişen bir hadisedir. İlk merhalede Allah U, Kur’an’ı anlayamamaları için bir kısım kalpler üzerine perde koyduğunu haber vermektedir.[4] Diğer merhalede ise kalpler üzerine kılıf konulmaktadır. Böylece, kılıfla korunan bir eşyaya dışarıdan gelen şeylerin teması mümkün olmadığı gibi dışı kılıflanmış bir kalbe hakikatin nüfuz etmesi de mümkün olamayacaktır. Hakikatle bağını koparmış bir zihin ve kalbin Allah kelamını anlayabilmesi düşünülebilir mi? Sonraki ve son merhalede ise kalpler mühürlenmektedir. Hüküm yemiş ve bir daha işlev kazanması mümkün olamayacak bir nesnenin mühürlenip rafa kaldırılması gibi Kur’an’ı hevalarını tatmin ve kibirlerini izhar aracı kılanların kalpleri de mühürlenip dalalet çukuruna atılmaktadır.

Bugün Kur’an adına konuştuğunu iddia ederek her konuşmalarında ümmetle Hz. Peygamber r, sahabe ve selefin arasına bir duvar örenlerin durumu tam da bundan ibarettir. Bunların maruz kaldıkları hidayet kararması Allah U’ın kelamı hakkında konuşmanın ne denli büyük bir vebali haiz olduğunu da düşündürtmemektedir kendilerine. Ekranlarda boy göstermek ve muhalefetle meşhur olmanın verdiği sermestlikle takındıkları şımarık üslubun nasıl bir uhrevî faturayla başlarına patlayacaklarını hesap edememeleri yaşadıkları istidrâcın büyüklüğü hakkında bir nebze ipucu veriyor aslında. Seciyye haline getirdikleri inkâr marazı manevi dünyalarını kazan karasına çevirdiği için âyetleri Sünnetin ve ulemanın tebyini istikametinde değil de nerede bir İslam düşmanı varsa onların batıl iddialarıyla anlama tekellüfüne girmektedirler. Bu da bize büyük veli Ataullah el-İskenderî’nin o meşhur sözünü hatırlatıyor:  “Cenab-ı Hakk’ın evine girmek ve kitabını okumaktan seni engelleyen zahirî bir cünüplük olduğu gibi, huzuruna ermek ve kelâmını anlamaktan seni alıkoyacak bâtınî bir cünüplük de vardır.”[5]

Tarihten Bugüne İnkâr Silsilesi

Kur’an-ı Azîm nüzulünden günümüze bir çok tezyif ve tahkir hareketlerinin, düşmanca hamlelerin hedef noktası olmuştur. Ne var ki tüm tahkir ve tahrifler onun şanına şan, yüceliğine yücelik katmıştır. Kur’an’ın doğrudan ilk muhatabı olmuş müşrikler kimi zaman inkârlarını Kur’an’ın bir şair sözü olduğu,[6] kimi zaman  Hz. Peygamber r’in başka bir kavimden alıp da Allah U adına uydurduğu bir iftira olduğu,[7] bazen de onu bir beşerden öğrendiği [8] gibi kuruntularla örtmeye çalışmışlardır. Oysa güneş balçıkla sıvanamayacağı gibi hakikat de bu vehmî iddialarla perdelenemezdi. Bu yüzden müşrikler Kur’an’ın onlara meydan okuyarak “öyleyse bunun bir mislini getirin” şeklindeki çağrısı karşısında susmak zorunda kalmışlardı. Belki ellerinden gelen tek şey “Dinlemeyin şu Kur’ân’ı ve okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız”[9]  daveti yapmaktı. Bu da içerisine düştükleri acziyetin ne denli büyük olduğunun habercisiydi. Lakırdıdan öteye geçemeyecek şu şamatalar karşısında Kur’an-ı Hakim’in cevabı muhkem ve netti: “De ki: Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler” [10]

Bir kısım Rafızîler onun eksik veya fazla olduğu yönünde iddialar ortaya atmışken bazıları da Kur’an’ın tertibinin bozuk olduğunu ve her ayetin olması gereken mevzie yerleştirilmesiyle bu bozukluğun düzelebileceğini iddia etmişlerdi.[11] Bazı Şiiler de Kur’an’ın tahrif edildiğini savunarak bir başka cürme imza atmışlardı.[12] Bunun bir sebebi olarak da şöyle demişlerdi: Hz. Osman t’ın bazı harfler üzerine Kur’an’ı cem etmiş, diğer Mushafların bu mushafa muhâlif olduğu noktaları da insanların gönlünü kırmamak için yasaklamamış ve sonra gelen fakihler de buradan cüret alarak lügat açısından doğru olduktan sonra her şekilde okunabileceğini savunmuşlardır.[13] Oysa bu iddia Kur’an’ın cem edilme tarihinden bir nebze haberi olanların sahteliğini rahatlıkla sezebileceği bir bühtandır. Zira Sahabe, Kur’an’ın cem edilme sürecinde sadece hafızalarına ve kendi mushaflarına itimat etmemiş bilakis toplu bir çalışma ile bunu gerçekleştirmişlerdir. Kur’an’ı cem etmekle mükellef kılınmış Zeyd b. Sâbit t’in bu çalışmayı yürütmesinde takip ettiği usul incelendiğinde ilgili şüphelerin ne kadar yersiz olduğu görülecektir.[14]

Müsteşrikler

İstişrak faaliyetlerini yürütenlerin varmak istedikleri hedeflerden biri de Allah Resulü r’nün peygamberliğine gölge düşürmekti. Bu sebeple neredeyse tamamı Hz. Peygamber r’in Allah U’tan vahiy alan bir peygamber olduğunu inkâr etmiş ve vahyin nüzulü sırasında Allah Resulü r’nün yaşadığı halleri “sara” hastası olduğu şeklinde yorumlamışlardır. Kimileri bu hallerin bir halüsinasyon eseri olduğunu söylemekten geri durmamıştır. Tüm bunlara bağlı olarak Kur’an’ın Allah U katından indirilen bir kitap olduğunu inkâr etmişler ve Hz. Peygamber r’in bu kitabı önceki kitaplardan yardım almak suretiyle oluşturduğunu iddia etmişlerdir.[15]

İslamî ilimlerle dini yıkmak için iştiğal eden müsteşrikler Sünnet ve hadis meseleleriyle ilgili zihinleri bulandıracak iddialar ortaya attıkları gibi Müslümanların Kur’an’a imanlarını da zayıflatmaya yönelik bu tür iftiralar da üretmişlerdir. Müsteşriklerin başlıcalarından Goldziher, kıraatlerin vahiy mahsulü olmadığını bilakis arap harflerinin bir aralar noktasız olmasından kaynaklanan okuma yanlışlıklarının mahsulü olduğunu savunmuştur.[16] Aynı şekilde o, bir diğer oryantalist Nöldeke ile Kur’an’ın Hz. Peygamber r’in vefatından sonra tahrif edildiği görüşünde ittifak halindedir.[17]

Bunların dışında Hamilton Gibb, Motgomary Watt, Regis Blachere, CI. Huoart, H. Lammens, Sidersky gibi birçok Oyantalist Kur’an’ın baş kaynağının Ümmeyye b. Ebi’s-Salt’ın şiirleri olduğu, Kur’an kıssalarıyla Yahudi ve Hristiyan kıssaları arasındaki benzerliğin bulunduğu ve bunun da Kur’an’ın harici kaynaklardan iktibasla oluşturulmuş bir kitap olduğu gibi birçok batıl iddia ortaya atmışlardır. Yekûnuna bakıldığında tepeden tırnağa Kur’an’a düşmanlık kokan bu yalanların “Kur’an’ın kaynağının vahiy olmadığı, onu Hz. Peygamber r’in uydurduğu, bize intikalinde şüpheler bulunduğu noktalarında kesiştiği görülmektedir.[18]

Modern Bir Şamata: Tarihselcilik

Allah Resulü r’nün “ Muhakkak sizden önceki Yahudi ve Hristiyanların yollarına arşını arşınına ve karışı karışına tabi olacaksınız. Öyle ki onlar bir keler deliğine dahi girseler siz de gireceksiniz”[19] şeklindeki hadisinin bir tezahürü olarak Modern Müslümanlar batının kutsal metinlerine uyguladığı menheci aynen Kur’an’a uygulama çabası içine girdiler. Hadisenin oluşum ve gelişim sürecine baktığımızda Ortaçağda tarih ve tarihsel olguların tamamen tanrı merkezli bir anlayışla izah edilmeye çalışıldığı fakat Rönesans ve Aydınlanma ile Batı’nın yaşadığı felsefî, kültürel, siyâsî ve ekonomik değişimler sonucu artık bu olguların tamamen yeryüzü merkezli anlaşılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir.

Aynı şekilde, gelişen bu süreç içerisinde metafizik ve ilâhi olan tabiattan kovularak yerine mutlak nedensellik anlayışı ikame edilmiştir. Dolayısıyla bu anlayışa göre yeryüzü, tabiatı ve tarihiyle dışarıdan hiçbir müdahaleye ihtiyaç duymaksızın kendi kendine işleyip durmaktadır.[20] Hadisenin en temelinden yatan fark budur aslında. Zira o dönemde kutsal metinlere tarihselci düşünceyle yaklaşan Aydınlanmacı düşünürlerin bir çoğunun ateist ve deistlerden oluşması[21] bunun bariz bir ispatıdır. Tarihselci düşüncenin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı toplumumuzdaki deist ve ateist artışını da bu eksende ele aldığımızda mesele daha anlaşılır bir keyfiyet kazanmaktadır.

Aydınlanma dönemiyle başlayıp zamanla farklı anlayışlara da bölünen Tarihselcilik   protestan yorumun aklî kriterlerini geliştirmek için yola çıkanların hamleleriyle ortaya çıkmıştır. Bunlardan bahusus Salomo Semler (ö. 1791)’in tarihselci-tenkitçi hermenötik programı kutsal metinlere ve dogmaya karşı yeni bir bakış olarak ortaya koymuştur. Sonraki merhale ve dönemlerde Gotthold Ephraim Lessing, Johann Gottfried Herder, Georg Wilhelm Friedrich Hegel, Friedrich Schleiermacher, Wilhelm Dithey, Martin Heidegger, Hans Georg Gadamer gibileri tarafından farklı telakkilerle geliştirilen bu anlayış filhakika Aydınlanma çağıyla ihdas edilen aklı totemleştirme faaliyetine karşı zaten muharref olan İncil’in iyiden iyiye tahrif  edilmesi gayesine matuftu.

İslam Dünyasına İntikali ve Fazlur Rahman

Tarihselcilik Batı’nın ocağında üretilip büyütülen bir zehirli meyveydi aslında. Aklın her şeyi çözebileceğine ve hakikatin biricik ölçüsünün akıl olduğuna iman eden batılı, kendi kitabında bu inanca muhalif  gördüğü anlatıları kendince makul bir zemine oturtabilmek adına üretmişti bu düşünceyi. Otoritesini kaybeden İncil’i farklı bir açıdan yeniden hakim kılma amacına matuf bu tarz çalışmalar zaten tahrif ettikleri dinlerini bin bir parçaya ayırmaktan başka bir işe yaramamıştı.

Böyle olmasına rağmen bütün güzelliklerin onlarda olduğuna inanan marazlı düşünce bu noktada da gün yüzüne çıktı. Ve tarihselcilik bu düşüncenin bir ürünü olarak Taha Hüseyin, Muhammed Halefullah, Fazlur Rahman, Hasan Hanefi, Muhammed Arkoun ve Nasr Hamid Ebu Zeyd gibilerinin eliyle İslam dünyasına taşındı.[22] Kur’an’ı ahkâmı ve belli ayetleri itibarıyla indiği zamana hasretme gibi tehlikeli bir düşünceyi barındıran bu anlayış Allah U’ın kitabına yapılabilecek en büyük hasımlıktı.

Tarihselci düşüncenin İslam dünyasına nüfuz etmesinde Fazlur Rahman’ın etkisi elbette ki büyüktür. Zira şu an Türkiye’de bulunan tarihselci yönelimin ana mehazlarından biri de Fazlar Rahman’dır. Ona göre Kur’an, Allah’ın tarih içerisinde cereyan eden durumlara peygamberin zihni (italik bize aittir) vasıtasıyla verdiği cevaplardır.23 Kur’an, peygamberin zamanındaki ahlaki ve toplumsal durumlara ve özellikle onun zamanında ticaretle uğraşan Mekke toplumunun sorunlarına gönderilen ilâhî bir cevaptır. Kur’an’ın inişi ve İslam toplumunun oluşumu, tarihî bir ortamda ve sosyo-kültürel bir gelişim karşısında cereyan etmiştir.[23]

Genel olarak Kur’an’ı tarihsel kabul eden Fazlur Rahman’a göre, ahlâkî denilebilecek bütün değerler, tarih-üstü, yani aşkın bir varlığa sahiptirler. Bunların tarih içinde belli bir zamanda yer almaları onların uygulanma alanlarını ve hatta anlamlarını ortadan kaldırmaz. Fakat, mesela saf iktisadi değerler gibi değerler, uygulama alanlarını ve anlamlarını tüketen değerlerdir. Belli bir toplumda ve belli bir geçmiş zaman içerisinde uygulanan herhangi bir iktisadi değerin tüm ömrü, o sosyo-ekonomik ortama hastır. Ve bu değerin anlamı, kendi ortamını pek fazla aşamaz. Ama ahlâkî değerler için durum böyle değildir.[24]

Özet olarak Fazlu’r-Rahman’a göre Kur’an-ı Hakim genel ve tikel olmak üzere iki tür hükümden müteşekkil bir kitaptır. Genel hükümler evrenseldir fakat siyâsî ve ahkama dair ayetler tarihseldir. Bugün bizleri bağlayacak olan sadece bu evrensel ayetlerdir. Ne var ki Kur’an bize bu anlamda çok da fazla bir şey sunmamaktadır.[25]

Dünümüz ve Bugünümüz

Beşer tarihinde İslam’ın doğuşundan bugüne ve Allah U’ın dilediği zamana dek asırlar boyunca ezberleyerek, çalışarak ve uzaktan yakından kendisiyle alakalı her şeyi derleyerek bu ümmetin Kur’an’ı kerime gösterdiği kadar kitabına itina gösteren hiçbir ümmet geçmemiştir.[26] Onlar kendi kitaplarını ezberlemeye muktedir olamıyor hatta bunu tahayyül dahi edemiyorlardı. Bu yüzden tevratı ezbere okuyan Uzeyr u’in bu fiili onları öylesine şaşırtmıştı ki “bu Allah U’ın oğludur” demekten kendilerini alamadılar. Oysa bu ümmette altı- yedi yaşlarındaki bir çocuğun Kur’an-ı azîm’i ezberlediğini müşahede edebilmekteyiz bugün.[27]

Bütün bunlar bu ümmet ile kitabı arasındaki bağın ne denli kuvvetli olduğunu gösteriyor kuşkusuz. Öyle ki ümmet-i Muhammed, asırlar boyu Kur’an-ı Azim’in metni için “lafız” bile demedi, diyemedi. Nazım ifadesini kullanmayı muvafık gördü edebe. Arap dili açısından “zâid” denilen harflerden Kur’an-ı Azîm’de geçenler için bu ifadeyi de kullanmadı, kullanamadı. Dili varmadı “zaid demeye. “Sıla” deyiverdi bu hafler için. Güvercinin ötmesi manasına gelen “seci’” sanatının bu isimle Kur’an’da bulunduğunu söylemeyi sindiremedi gönlüne. “Fasıla” dedi bu sanata günümüze dek.[28] Hz. Peygamber r’in Abdullah b. Ümmi Mektum’un gelişinden dolayı duyduğu rahatsızlığı “abese” fiilinin manası olan “yüzünü ekşitti” anlamıyla tercüme etmeye izin vermedi ulvî edep duygusu. Bunun yerine “Vech-i şeriflerinde tebessümün zıttı hasıl oldu ”demeyi yeğledi. Allah lafzının nahven meful düştüğü yerlerde lafzatullaha bu ifadeyi yakıştıramadığından dolayı “tazim üzere mansubtur” dedi asırlar boyu.[29]

Gelinen Durum ve Mustafa Öztürk Gibileri

Müstağriblerin ve müsteşriklerin Müslümanları aidiyetlerinden yabancılaştırmak ve kökleriyle ilgisiz hale getirmek için yürüttükleri çalışmalar sonuç vermişti ne yazık ki. Kur’an dendiğinde gözleri dolan ve damarlarındaki akan kanın galeyana geldiği ecdâdın nesli büyük bir savrulmaya maruz kalmıştı artık. Otuz kırk sene önce “Mezhepler hak mı, sırat köprüsü var mı, ölüm meleğinin ismi Azrail mi” gibi tartışmalarla başlayan kafa karışıklıkları yıllar sonra yerini “Yahudi Hristiyanlar da Cennet’e girecek mi, kabir azabı var mı, Sünnet hüküm ifade edebilir mi” sorularına bırakmıştı. Nihayet bu savrulmuşluk öyle bir noktaya gelmişti ki Batı’da oryantalistlere ihtiyaç bırakmayan yerli Oryantalistler bu ümmetin çocuklarına “Kur’an’ın lafzen Hz. Peygamber r’e, manen Allah U’a ait olduğunu, Kur’an’daki bir çok ayetin indiği zamanla sınırlı olduğunu” anlatmaya başlamıştı.

Şimdi aktaracağım ifadeler yukarıda bir kaçını sunduğum örneklerden anlaşılacağı üzere Kur’an’la ilgili konularda çok ince bir edep takınan ecdadın topraklarında aynı Kur’anla ilgili kaleme alınmış ifadeler. Bir Müslümanın, tahayyülü şöyle dursun okuyup nakletmeye dahi tahammül edemeyeceği şu ifadeler Ömer ÖZSOY’a ait: “Kur’an metninde çelişkiler ve azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Kur’an metninin kompozisyonunda belli bir mantık yakalamak mümkün değildir. Çünkü mushaftaki tertip ne kronolojik bir tertiptir, ne tematik bir tertiptir, ne de sistematik bir tertiptir. Bu yüzden total olarak Kur’an metni, iç bütünlüğe sahip olmaktan uzaktır. Sûre içi bütünlük yoktur: Mevcut formun en küçük birimleri olan âyetler bile her zaman gerçek anlamda bir bütünlüğe tekabül etmemektedir. Sonuçta hepsinin “bütünsüzlük”e indirgenmesi mümkün olan bu özellikler, yazılı bir metin için kusur kabul edilebilecek özelliklerdir.”[30]

Bu ifadeleri kendisinden alıntılayarak herhangi bir itirazda bulunmayıp zımnen kabullendiğini belirten bir diğer kişi de Mustafa Öztürk’tür.[31] Aynı Öztürk’e göre “Kur’an’daki tikel hükümler, gelecekteki tüm Müslümanların pratik yaşamlarındaki sorunlara da çözüm teşkil etsin diye değil, ilk nesil Müslümanların sorunlarını halletmek maksadıyla vaz edilmiştir.”[32] Ve “Kur’an’ın bazı kıssalarında birtakım mitolojik unsurlara yer verildiği gibi Peygamberlerin biyografilerine antik ve arkaik medeniyetlere ait literatürde de mevcut olan ve bu yüzden ister istemez tarihsel gerçekliklerinden kuşku duyulan bazı motifler de eklenmiş gözükmektedir.[33]

Kur’an’a ve içerdiği hakikatlere açıkça hayal ürünü deme anlamını taşıyan ve herhangi bir tevil ve gerekçeyle mazur kabul edilemeyecek şu beyanların sahibi yukarıda ismi geçen müsteşriklerden biri değil. Adı Mustafa olup soyadı da Öztürk olan bir vatandaşımız. Mesele Kur’an ile taalluk edince bin düşünüp bir konuşan ecdadın İslam hamuruyla yoğurduğu bu topraklarda milletin evladını Kur’an’dan soğutmaya çalışan bir zihniyetin yerli mümessilleri bunlar. Ne var ki kitabına saldıran yerli müsteşriklere ilmî ve fikrî zeminde gök kubbeyi dar eden haykırışlar var oldukça tarihin çöp sepetini boylamaktan başka bir neticeleri olmayacak bunların.

 Tesellisi Tesellimiz: Şeyhulislam Mustafa Sabri

Ömrü boyunca İslam’a ve Kur’an’a saldıran, siyâsî planda zayıflamış Müslümanları zihnî sahada da bitirip yok etmek isteyen garplılarla kalem mücadelesini sürdürerek bizlere büyük bir duruş ve müktesebât bırakan koca Şeyhülislam şöyle sesleniyor bütün bir İslam karşıtlarına:

“Kütüb-i kelamiyyedeki akaidi süpürüp taşlayarak akaid-i İslamiyye’yi zayi’ ve munkariz bir hale getirmeye pek ziyade hahişger olduğunuz anlaşılıyorsa da inşaAllah buna muktedir olmayacaksınız. Hele Kur’an-ı Keirm’in bihamdihi Teâlâ dest-i tahrib ve tahrifiniz yetişemeyecek derecede olan mahfuziyeti sayesinde din-i İslam’a hiçbir şey yapamayacaksınız. O sizin bid’iyyâtınızın foyasını meydana çıkarmak üzere daima kâfi gelecek ve hizmetlerini ketm ve inkâr etmek istediğiniz ulema-i şeriatı daima tey’îd edecektir. Esâsât-ı İslâmiyye’nin, mikroplardan muhafazası hususunda son istinâdgâh olarak Kur’an-ı Kerim’e güveniyorum ve cidden müteselli oluyorum.”[34]

Bitirirken

Arabın üdebası, Kureyş müşrikleri, felsefî hareketler, rasyonalist akımlar, oryantalistler ve daha niceleri… Tamamının müşterek özelliği, Kur’an’ın karşısında durarak onun asırlar üstü duruşuna engel olmak istemeleriydi. Farklı hamlelerle var güçlerini ortaya koyarak uğraştılar bu uğurda. Sonuç itibarıyla onların müşterek vasfı tarihin çöp sepetini boylamak oldu. Bir akarsu misali akıp giden tarihi süreçle kaybolup gittiler zaman deryasında.

Kur’an’ın bizatihi Allah tarafından korunduğunu bildiren ayet-i kerime[35] tarihselcilik gibi içi boş hamasi söylemlerin de çürüyüp gideceğinin en büyük teminatıdır. Kur’an-ı azîm on beş asra yakın zamanlık mazide galibiyetini her defasında yenileyecek ve onu tarihe gömmek isteyenleri habis fikirleriyle koskoca bir hiçliğe mahkum edecektir. Bundan hiç kuşkumuz olmasın. Bu süreçte bizim düşünmemiz ve dert etmemiz gereken husus, Kur’an’ın bu muazzam galibiyetinde beşeri planda ne kadar pay sahibi olduğumuz ve olacağımızdır.


[1] İsra, 82

[2] Bakara, 26

[3] İbn Cerir et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân, Müessesetu’r-Risâle, 2000, Baskı: I, XIII/112, İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru Tayba, 1999, Baskı: II, III/474

[4] En’âm, 25

[5] Ahmed b. Ataullah el-İskenderî, Tâcu’l-Arûs el-Hâvî li Tahzîbi’n-Nufûs, Daru Cevâmi’i’l-Kelim, Kahire, s. 61

[6] Enbiyâ, 13

[7] Furkan, 4

[8] Nahl, 103

[9] Fussilet, 26

[10] İsrâ, 88

[11] Ebubekir el-Bâkıllânî, Nüketu’l-İntisâr li Nakli’l-Kur’ân, Menşeetu’l-Me’ârif, İskenderiyye, s. 59

[12] Bkz. Muhammed Habib, Faslu’l-Hitâb fî İsbâti Tahrîfi Kitâbi Rabbi’l-Erbâb Arz ve Nakd, 2007, Baskı: II, s. 7 vd.

[13] Sâbir Tu’ayme, Hâze’l-Kur’ân Kıssatu’z-Zikri’l-Hakîm Tedvînen ve Tefkîren, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1979, s.82

[14] Bkz. Muhammed Sa’dî  Yâsin, el-Burhân alâ Selâmeti’l-Kur’ân mine’z-Ziyâde ve’n-Nuksân,  Matbaatu’l-Vefâ, Beyrut, 1933, s. 20 vd.

[15] Mustafa es-Sibâ’î, el-İstişrâk ve’l-Müsteşrikûn mâ lehum ve mâ aleyhim, Dâru’l-Verrâk, el-Mektebu’l-İslâmî,  s. 25-27. Müsteşriklerden bazıları da bu iddiayı savunmaktadırlar. Mesela bkz. Rudi Paret, Kur’an’da Tarih, Kur’an Üzerine Makaleler, Trc: Ömer ÖZSOY, Ankara, 1995, s.54-72

[16] Bkz. Abdülfettah İsmail Şiblî, Resmu’l-Mushafi’l-Usmânî, Mektebetu Vehbe, Kahire, 1999, Baskı: IV, s. 29 vd.

[17] Abdurrahman Umeyre, el-İslâm ve’l-Müslimûn beyne Ahkâdi’t-Tebşîr ve Dalâli’l-İstişrâk, Daru’l-Cîl, Beyrut, s. 102

[18] İddialar ve Cevapları için bkz. Selahattin Sönmezsoy, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yayınevi, Ankara, 1998, Baskı: I

[19] Buhari, “Kitâbu’l-Enbiyâ” No: 3269, Müslim, “Kitâbu’l-İlm”, No: 2669,Hakim, el-Müstedrek, No: 8404, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, No: 5943

[20] Fethi Kılınç, Tarihselcilik ve İslam Dünyası’ndaki Yansımalarına Eleştirel Bir Bakış, Yayınevi, Tarih: Yok, s.2

[21] Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan Yayınları, İstanbul, s. 93

[22] Recep Demir, Kur’an Tefsirinde Tarihselci Yöntem, Tarih Kültürve Sanat Araştırmaları Dergisi, Vol. 1, No: 1, March, 2012 s. 43,44

[23] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, çev. Alparslan Açıkgenç, (Ankara 1990) s. s. 78

[24] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 72-74; Fethi Kılınç, a.g.e., s.5

[25] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 91-95

[26] Muhammed Zahid el-Kevserî, Makâlât, el-Mektebetu’t-Tevfîkiyye, Kâhire, s. 23

[27] Ebu’l-Ferec  İbnu’l-Cevzî, el-Hass alâ Hıfzi’l-İlm, Müessesetu Şebâbi’l-Câmi’a, el-İskenderiyye, 1983, Baskı: I, s. 31

[28] Hatib el-Kazvînî, el-Îzâh fî Ulûmi’l-Belâğa, Dâru İhyâi’l-Ulûm, 1998, s. 364, Ali b. Nayif eş-Şehûd, el-Hulâsa fî Ulûmi’l-Belâğa, s.86, Sa’duddin et-Teftâzânî, Muhtasaru’l-Me’ânî, Daru’l-Fikr, 1411, Baskı: I, s. 279

[29] İbn Âdil ed-Dımeşkî, el-Lübâb fî Ulûmi’l-Kitâb, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, 1998, Baskı: I, V/92

[30]  Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Ankara, 2004, s. 46-7

[31] Bkz. Mustafa Öztürk, Meal Kültürümüz, Ankara Okulu, Ankara, 2014, Baskı: III, s. 12

[32] Mustafa ÖZTÜRK, Kur’an ve Tefsir Kültürümüz, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2014 Baskı: II, s. 28

[33] Mustafa ÖZTÜRK, Kıssaların Dili, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2014, Baskı: V, s. 28

[34] Şeyhu’l-İslam  Mustafa Sabri, Zamane Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi, Musa Carullah Bigiyef’e Reddiye, Bedir Yayınevi, İstanbul, s. 140

[35] Hicr, 9