İslâmla taalluk eden bil cümle şeyleri idrak ve tatbik noktasında yaşadığımız savrulmuşluğun belki en fazlasıyla aks ettiği nokta da ilim öğrenme metodudur. Naslardan istihrac ettikleri ilim kesb etme menhecini noksansız bir şekilde uygulamaya döken selefin dünyasından fersah fersah uzaktayız bu gün. İlim öğrenme işlevini habbesinden kubbesine kadar bütünüyle tanzim edip usûlî bir zemine oturtan selef-i sâlihîn vahiyden damıtılan bir menhecle ilmin, amelin ve ihlasın zirvesini yakaladılar. Okudukça amele, amel ettikçe takvaya, takva tekâmül ettikçe ihlâsa ilerlediler koşar adımlarla.
Usûlü zayî’ edenin vusülden mahrum olacağını belirterek her şeyi bir usûl çerçevesinde mülahaza etmenin gerekliliğine vurgu yaptılar her fırsatta. İlim öğrenme gibi mukaddes bir amelin sahih bir semere iras etmesi için belli bir menhec takip edilerek tahsil edilmesi gerektiğine dair müstakil eserler dahi telif ettiler. Eskiye yahut daha doğru bir deyişle eskimeze dair ne varsa inkıraza mahkum edildiği günümüzde eslâfın tesis ettiği ilim öğrenme tarzı ve kavaidi de dümûra uğradı maalesef. Bu sadece bu kadarıyla kalmadı ne yazık ki. Aslı batıl olan şeyin fer’inin de batıl olacağı şeklindeki haikatin bütün çıplaklığıyla tezahür ettiği acı bir manzara çıktı karşımıza. Sadece malumat elde etmeyi en büyük gaye edinmiş, malumatla melekenin farkını fark edemeyen, bilgileri tadat etmeyi ilim sahibi olmak zanneden, ilmî cihetle nesep yoksunluğundan ar etmeyen ve cahil cüretini ilmî kifayet addeden bir devrin insanları. Yaşadığı malumat kirliliğini ilim adına bir zenginlik sayacak kadar ilme ve İslam’a yabancı bir tabaka.
Basit bir dünyevî işi dahi belli bir altyapıya sahip olmadan yapamayacağına kesinkes inandığı halde eline geçirdiği beşer ürünü bir mealle kelamullahı anlama gibi üstesinden gelinemeyecek bir ameliyeyi çoktan başardığını iddia eden cinnet mübtelası bir zamanın gölgeden adamları. Herhangi bir ilmî alt yapıya sahip olmamasına rağmen topluma kendisini “hoca” diye pazarlamakla tatmin olabilen, tecvid gibi bu işin bidayetindeki seviyede dahi sınıfta kalmışlığına aldırış etmeksizin kelâm ilminin en gamiz meselelerini ele almaktan imtina etmeyen, hadis denince İbn Hacer kesilen, fıkıh dendiğinde İbn Hümam’a dönüşüveren ve sermayesi altı üstü okuduğu bir kaç türkçe makaleden ibaret olan hadsizlikle ma’lul bir asrın şirazesiz neferleri.
İlim Derken Kastımız Ne?
İlmî sahada maruz kaldığımız eksen kaymasının telafisinde öncelikli olarak tespit etmemiz gereken nokta “ilim” denen şeyin ne olduğudur. İlmin ne olduğunu tespit noktasında ne olmadığını ortaya koymamız meselenin yarısını halletmek anlamına gelir herhalde. Şu halde, ilim, çok şeyler bilmek, basit bir bilgisayar programının rahatlıkla yapabileceği iş olan; maddeleri peşi sıra sıralamak, her mevzuda bir şeyler söyleyebilmek, çok kitap okumak, basılı bir çok kitabı olmak, bir çok konuda makale yazmak değildir ve olmamıştır hiç bir zaman. İlim, en başta insana fayda veren şeydir. İlmin fayda vermesi de tahsil edilme usulüne riayete bağlıdır. Bu bağlamda Hz. Peygamber ﷺ meşhur bir duasında “Allah’ım, senden fayda veren ilim, temiz/helal rızık ve kabul olunmuş olan amel isterim”[1] buyurarak ilim yolculuğunda ilk talep edilmesi gereken şeyin “faydalı ilim” olduğunu nasihatlemektedir.
Faydalı ilmin en önemli hususiyeti Haşyetullah/Allah korkusudur. İlim talebesi okudukça Allah’a karşı haşyet duygusu tekamül etmelidir. İlmin faydalı sınıfına girmesi için baş özellik olarak zikredilebilecek olan bu nokta zamanımızdaki çarpık ilim anlayışını en çok ele veren noktadır. Zira bu çarpık anlayışta haşyetullah maksadıyla okuma diye bir şey yoktur. Zamanımızda ilmin Allah korkusu için talep edilmesi gibi bir niyet yerini yokluğa terk etmiştir. Halbuki selef, İlim Allah ﷻ’ın kendisiyle dilediğini hidayet ettiği bir nurdur, çok meseleler (bilmek)le değildir”[2] diyerek ilmin mahiyetini belirlemede malumat çokluğunun son sıralarda yer aldığını göstermektedir. Bu yüzden İbn Mesud t’un baş talebelerinden Mesruk (Rahimehullah): “Kişiye ilim olarak Allah ﷻ’tan korkması ve cehalet olarak da ilmini beğenmesi yeter”[3] buyurmuştur.
Faydalı olmayan bir ilim insanın okudukça ve bilgilendikçe cahilleşmesi demektir. Allah Resulü ﷺ “Sözün bir kısmı sihir ve ilmin bir kısmı cehalettir” [4]buyurarak ilim öğreniyorum zannıyla hareket edip faydalı ilmi elde edemeyenin okudukça cahilleşeceğine vurgu yapmıştır. Ulema buna misal olarak, kişinin öğrenmesi gereken ilimler dururken ilk etapta kendisini ilgilendirmeyen ilimlerle meşgul olmasını zikretmişlerdir.[5] Böylesine mezmum ve zararlı bir ilim sahibine hiç bir fayda sağlamayacağı gibi kişinin ahiretini mahv eder. Zira Hz. Peygamber ﷺ “Kıyamet günü en şiddetli azaba düçar edilecek olan kişi Allah ﷻ’ın kendisine ilmiyle fayda vermediği âlimdir”[6] buyurmuştur. Mesele sadece okuyup bilgi elde etmek değildir. Esas önemlisi okuduğumuzun bizde haşyet duygusuna bürünmesi ve muktezasıyla amele dönüşmesidir. Bu tarzın dışındaki okumalara “okuma” denmesi dahi yanlıştır. Efendimiz ﷺ “Kur’an’ı, seni (yasaklarından) alıkoyduğu sürece oku! Eğer (okuduğun Kur’an) seni yasaklarından alıkoymuyorsa sen onu okumuyorsun demektir” buyurarak müslüman zihniyetinde ilmin ve “okuma” nın ne anlama tekabül ettiğini izah buyurmuştur.
İbn Recep el-Hanbelî faydalı ilmin (ilm-i nâfi’) iki şeye delalet edeceğini söyler: Birincisi, Cenab-ı Hakk’ı sıfatlarıyla, esma-i hüsnasıyla ve ona layık olan efâlî ile bilrmk olup bu da kişiye Allah ﷻ’a karşı bir haşyeti, muhabbeti, tazimi, hükmüne razı olmayı ve belasına sabretmeyi gerektirir. İkincisi de, Allah ﷻ’ın sevip razı olduğunu bilerek onlara rağbet etmek ve gazap edeceği şeyleri de bilerek onlardan sakınmaktır.[7]
Şöhret veya Tartışmak İçin İlim Tahsil Etmek
İlim, İmam en-Nevevî’nin de ifadesiyle[8] en faziletli ibadetlerden biri ve uğrunda değerli vakitlerin harcanmasına en layık olan şey olduğu için Allah rızasına nailiyyet niyetiyle tahsil edilmelidir. Faydalı olan ilim budur. Bunun dışındaki niyetlerle tahsil edilen ilimden dünyevî ve uhrevî anlamda sadece zarar gelir. Allah Resulü ﷺ bu durumu bir hadis-i şerifte şöyle dile getirir: “Her kim, kendisi ile Allah’ın rızası talep edilen bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenirse Kıyamet günü cennetin kokusunu dahi alamayacaktır”[9] İlim talebesinin gayretinin uhrevi neticesini adeta bir kene gibi kemiren ve onu Allah ﷻ’ın rızasını aramaktan çevirmek için kendisini yoklayan vesveseler vardır. Allah Resulü ﷺ başka bir hadisinde de bu niyetlere dikkatlerimizi çekerek ilim talebinde bunlardan uzak durmamız gerektiğini şöyle ifade buyurur: “Alimlere karşı övünmek, sefihlerle tartışmak ve meclislerin özel köşelerinde yer alam için ilim öğrenmeyin. ( Bu ikaza rağmen) Kim bunu yaparsa (varacağı yer) ateştir, ateştir.”[10] İbn Mesud da buna benzer bir sözünde “İnsanların teveccühlerini kendinize çevirmek için de ilim okumayınız. Sözünüzle Allah ﷻ ’ın katında olanı talep ediniz. Zira devam edip baki kalacak olan odur. Onun dışında ne varsa fanidir, sona erecektir” demektedir.[11]
Hz. Ali t’nin şu sözü de bu noktada çok manidardır: “Ey ilim sahipleri! İlminizle amel edin. Alim bildiğiyle amel eden, ilmi yaptığı işe uyum sağlayan kişidir. Yakında bir takım topluluklar çıkacak ki ilim sahibi olacaklar ancak o ilim boğazlarından aşağıya geçmeyecek. Yaptıkları iş ilimlerine uymayacak. Kendi başlarına kaldıklarında yaptıkları insanların önünde yaptıklarından farklı olacak. Bir birine övünerek halkalar kuracaklar hatta kişi kendi meclisini terk edip başkasının halkasına katıldığı için arkadaşına kızacak. Onlar, meclislerindeki bu amelleri Allah ﷻ’ ulaşmayacak olan kimselerdir.”[12]
“Hocasız İlim” Felaketi Yahut “Sahafîlik” Merakı
İlmin muazzez oluşu, menbaı olan Allah Resulü ﷺ’ne istinadına merbuttur. Büyükten küçüğe tevarüs eden inkıtasız bir altın silsiledir bu. Zira hoca-talebe irtibatıyla elde edilen ilimde sadece bilgi yoktur. Aynı zamanda bir ruh, heyecan, maneviyat ve feyiz de vardır hocadan, seleften, sahabeden ve Resulüllah r’tan akıp gelen. Bu yüzden bazı arifler “İlim yazıya geçirilen bir takım meseleler değil, üfürülen bir ruhtur. (el-İlmu rûhun tunfehu lâ mesâilu tunsehu.) İlmi öğrenenler kimden ahz ettiklerine ve öğretenler de kime öğrettiklerine iyi baksın” demişlerdir.[13] Biz buna diğer bir deyişle, talebenin malumat noktasında istifade ettiği hocasından ahlâkî noktada da istifade etmesi ve onun ahlakına bürünmesi de diyebiliriz. Nitekim, Muhammed b. Sirin, ilmin her vechesiyle zirveleri yaşadığı muazzam dönemden ve o dönemin muhteşem şahsiyetlerinden bahs ederken şöyle der: Onlar ilim öğrendikleri gibi ahlak ve istikamet de öğrenirlerdi.”[14] Hicri ikinci asırda yaşamış İbrahim b. Habib eş-Şehid de şöyle diyordu: “Babam bana ‘Oğulcuğum, fakihlere ve alimlere git, onlardan ilim öğren ve edeplerinden, ahlaklarından ve istikametlerinden (birşeyler) al! Zira bu benim için senin hakkında çok hadis elde etmenden hayırlıdır’ dedi.[15]
İlme ruh denmesi sadece ulemanın sözleriyle kaynaklandırılabilecek bir şey değildir. Zira Cenab-ı Hak “İşte böylece sana da emrimizle o ruhu vahyettik”[16] buyurarak Kur’an-ı Hakim’e “ruh” demektedir. Kur’an’ın özünden elde edilen “ulûm-i islâmiyye” de ruhun ruhu olmaktadır.[17] Bu durumda hocasız elde edilen bir ilim rusuz bir beden demektir. Ve o ilmin insana vereceği yarar böyle bir bedenin vereceği yarar kadardır. Ruhsuz bir bedenin yer üstünde bir kaç gün saklanamayacak kadar etrafına zarar verici bir şey olduğunu unutmayalım. Hocasız elde edilen ilim de tıpkı onun gibi kokuşmuşluklara neden olur ve sahibinden ziyade etrafındaki insanlara da ciddî zararlar verir.
Âlimi alim yapan, kendisini sahih ve muttasıl bir silsileyle dinin aslına bağlayan bu ruh ve istikamettir. Sahih bir İslam anlayışında adına ilim denilen ve bu günün çarpık zihniyetinde de denmesi gereken “ilim” budur filhakika. Bu yüzden Allah Resulü ﷺ ilmin kabz edilmesinden bahs ederken malumatın azalması veya kalkmasından değil alimlerin birer birer dar-ı ukbaya irtihalini konu ederek şöyle buyurmuştur:“Allah, ilmi kullarından çekip çıkarmak (yânî silmek) suretiyle değil, âlimleri kabz etmek suretiyle alır. Nihayet hiç bir âlim kalmayınca, halk bir takım câhil kimseleri kendilerine reisler edinirler. Bunlara bir takım suâller sorulur, onlar da ilimleri olmadığı hâlde fetva verirler de hem kendileri dalâlete düşerler, hem halkı dalâlete düşürürler”[18] İlmin gitmesi alimin gitmesi, alimin gitmesi de ilmin gitmesidir. İlim ile alim arasında böyle bir telazum ilişkisi vardır.
Bugün, hayatımızın bütün boyutlarındaki istikametimizi kıstasına vurarak ölçtüğümüz seleften bize intikal eden bu muazzam müktesebat bahsi yapılan bir silsileyle ulaştı bizlere. Bu çizgi, mukaddes oluşunu da büyük oranda bu halkanın birbirine kenetlenip mişkât-ı nübuvvette son bulmasından alıyordu kuşkusuz. Öyle buyurmuş ya Abdullah b. Mesud : “İnsanlar ilim kendilerine Muhammed ﷺ’in ashabından ve büyüklerinden geldiği sürece salih ve dinine bağlı kimselerdi. İlim onlara küçüklerinden gelmeye başlayınca helak oldular”[19] Bu, ümmetin helak oluşundaki ilk kademeydi belki. Zira İbn Mesud t’un bahsini yaptığı helaka sebep ilim metodunda küçük dahi olsa bir hoca vardı ortada sonuçta. Bunun bir mertebe üstünü ise biz yaşıyoruz bu gün. İlmi küçüklerinden alanların helakı mukadderse ya ilmi hiç kimseden almayıp sahafilikle “ulema” olan bir toplumun hali nicedir? İlim adına hadsizliğin, malumatfuruşluğun ve ne yaptığını bilmemenin zirvesine tırmandığımız günümüzde ilmî noktalarda yaşadığımız bu kargaşaların, yozlaşmaların, bilgi kirliliğinin altında yatan temel sebep, her şeyin öğreniminde gerekli gördüğümüz “işi ehlinden öğrenme”yi ilme layık göremeyişimizdir. En basit dünyevî işlerde bile o işin kursuna gitmemiş ve eğitimini almamış olanların konuşması kınanıp fuzuliyattan addedilirken en önemli alan olan dînî ilimlerde herkes yetkin şahsiyet sayılabiliyor. Böylece de ortaya herkesin herşeyi bilmeye mecbur kılındığı mecnunlara rahmet okutan, “karışık” kavramının bile yanında çok düzgün kalacağı tam manasıyla keşmekeş kumkuması diyebileceğimiz bir toplum çıkıyor.
İlim namına yaygınlaşan bu çarpık tutum ilmin basite indirgenmesi ve insanlar nazarında ehemmiyetsiz bir şey haline gelmesine de sebebiyet veriyor ciddi anlamda. Öyle ya, uğrunda hiç emek verilmeden basit bir google aramasıyla elde edilebilecek, doğru olup olmaması önemli olmaksızın herkesin bir şekilde yorum yapabileceği bir şeyi düşünün. Çerçevesi bu denli genişletilmiş ve kapısı ardına dek açılmış böyle bir şeyin değeri olabilir mi? İmam el-Evzâ’î’nin şu ifadesi ne kadar veciz bir hakikati haykırıyor tam da bu nokttada: “Bu ilim kişilerin bir birlerinden ahz edip aldıkları değerli bir şeydi. Ne zamanki kitaplara girince ehli olmayan da işin içine girdi.”[20] Bu günün makale alimlerine ve kulaktan duyma mütemechitlerine ise söylenebilecek tek söz var İmam el-Leknevî’nin de aktardığı gibi: “Bırak bu kitabet işini sen bu işin adamı değilsin, velev ki yüzünü mürekkeple siyaha bulasan bile.”[21]
Sahafîlik ilmi sahada hata ile özdeşleşmiş bir kavramdır. Zira arap harflerinin noktalanmasının gelişim sürecinden önce harfler nokta farklarıyla birlikte birbirinden ayırt edilebilecek durumda değildi. O zamanlar bir takım insanlar ilmi hocaların ağzından alma yerine sahifelerden almaya yeltenince harfleri ve kelimeleri telaffuzda doğal olarak hataya düşüyorlardı. Bu yüzden ulema böyle kimselere “Sahafîler” dedi.[22] Zamanla bu kavram üstatsız ilim öğrenmenin kaçınılmaz sonucu olan hatalarla pürdolu ilim elde etme anlayışının lakabı haline geldi.
İlmî alandaki yetkinliğin vesikası mesabesindedir ilmi üstaddan ahz etmek. Nitekim İmam Malik (Rahimehullah) “Kendisinden daha alim olanlara sormadan kişinin kendisini bir işe ehil görmesi uygun değildir. Ben Rebî’a ve Yahya b. Said’e (ehil miyim değil miyim) soruncaya kadar fetva vermedim. Ve onlar da beni bu işe yetkin gördüler. Şayet beni bu işten alıkoysalardı yapmazdım” demiştir.[23] İmam Ebu Hanife’ye “Mescidde bir ilim halkası var, fıkıhla iştiğal ediyorlar” denildiğinde “Peki başları (hocaları) var mı?” diye sormuş “hayır” cevabını alınca “Onlar ebeda fakih olamazlar” demiştir.[24]
İnsanoğlunun dünyaya gelişi nasıl ki bir nesep silsilesine istinat ediyor ve onunla mümkün oluyorsa ilim adamlarının gün yüzüne çıkışı da benzeri bir silsileye muhtaçtır. Bu yüzden İmam en-Nevevî (Rahimehullah) ulemadan bahs ederken “Onlar bizim imamlarımız ve seleflerimizdir. Onlar bizim için ana-baba mesabesindedirler” der. [25] Bir şahsın ilminin ölçüsü ulema ile olan münasebeti ve muhalatasıyla tartılır. Bu yüzden Ebu’d-Derda (Radıyallahu anh): “Kişinin ehl-i ilimle yürümesi ve (onların yanına) girip çıkması fıkhındandır” demiştir.[26]
Hatta Ahmed b. Hanbel (Rahimehullah) bunu bir adım daha öteye taşıyarak “İnsanlar haddesenâ, ahberenâ diyenlerdir. Sair insanlarda hayır yoktur” der.[27] Hocasız ilim öğrenmenin hayli moda haline geldiği zamanımızda ilim diye havalarda uçuşan materyallerin ilim olmadığı ve ortalıkta hoca pozlarıyla her meseleye değinmekten imtina etmeyen üstatsız türedi tiplerin âlim olmadığını çok net bir şekilde ortaya koyan muhteşem bir kıstastır bu.
Viladeten nesebi olmayanın itibarının zede görmesi kadar ilmen nesebi olmayanın itibarı da yok sayılır ulema nazarında. Dönem Mihne dönemidir. Halife Mu’tasım, sürecin önde gelen adamlarından İbn Ebî Duad ile konuşmasını teklif eder imam Ahmed b. Hanbel’e. İmamın bu teklif karşısındaki ilk tavrı yüz çevirmek olur ve ardından o müthiş cevabı verir bu teklife karşı: “Kendisini (şu güne dek) hiç bir âlimin kapısında görmediğim biriyle nasıl konuşabilirim?”[28] Bu duruş, hakiki bir alimin ilmin izzetini koruma adına ilim ve fikir planında nereden beslendiği belli olmayan, ilmî nesebî meçhul, edindiği karma malumatın kendisine sadece kafa karışıklığı olarak döndüğü bir zavallıya verdiği esaslı bir cevaptır tokat mahiyetinde.
Kadı İyaz, Ebu Cafer ed-Davûdî el-Esedî diye birinden bahseder ve muhtelif ilim dallarında eserler verdiğini zikreder. Bu zat, kendi zamanında Kayrevân ulemasının kendi aralarındaki bir tartışmasına müdahil olup şahsî görüşünü onlara yazınca onlar tarafından “Sus, senin hocan yok (ki konuşuyorsun)” cevabını almıştır. Bu hadiseyi aktaran Kadı İyaz, mezkur şahsın ulema tarafından bu şekilde bir cevap almasının altında yatan sebebin bu şahsın kendi kendine ders yapması, ilminin çoğunu meşhur bir üstattan ahz etmiş olmaması, ilimde vardığı mertebeye kendi idrakıyla varmış olması olduğunu kaydeder.[29]
Ulemanın, hocasız ilmin yetersizliği ve tehlikelerine karşı tutumunu aktaran bu nakiller ilmin bir zamanlar önce sadırlardan sadırlara sonra sadırlardan satırlara dökülerek ahz edildiği ve izzetinin itina ile muhafaza edildiğinin de habercisidir aslında. Abdurrahman b. Mehdî’ nin o zamanları tasvir eden şu sözü de çok manidar bu mahalde: “Adam, ilmen kendisinden üstün birine rastladığında o gün onun ganimet günüydü; ona sorar ve öğrenirdi. İmî bakımdan kendisinden daha alt seviyedeki biriyle karşılaştığında ona öğretir ve tevazu gösterirdi. Aynı seviyedeki biriyle bir araya geldiğinde ise onunla müzakere ederdi.”[30]İlmin seviye ve izzet bakımından zirveleri yaşadığı o dönemlerden hem seviyesi hem de izzetinin muhafazası açısından hayli yıpratıldığı bu zamanlara intikal etti bu iş. Ve İbn Mesud t’un şu manidar sözünün tezahürüne tanıklık eder olduk maalesef: Siz alimleri çok olan ve namazı uzatan konuşmayı kısaltan kişilerin var olduğu bir zamandasınız. Öyle bir zaman gelecek ki, uleması az olacak. Konuşmayı uzatıp namazı geciktirecekler.”[31]
Kitapların batınlarından/sahifelerinden tefakkuh edenlerin ahkâmı zayi edeceğini söyler İmam eş-Şâf’î.[32]Selef de ümmetin başına gelen en büyük belalardan birinin sahife hocalığı olduğunu belirtmiştir.[33] Ulemanın kaybolmasından neşet eden bu durum aynı zamanda hakiki ilmin peyderpey ortadan kalkmasına da sebebiyet vermektedir. Kitapların elimizde olması veya istediğimiz bilgiye daha kolay ulaşıyor olabilmemiz ilmen ilerlediğimizi göstermiyor asla. Bilakis kemmiyet bakımından fazlalaşan şeyin keyfiyet kaybına maruz kalmasını özetliyor bütünüyle.
Allah Resulü r bir gün sahabeye “gitmeden önce ilim öğreniniz” buyurmuş ve onlar da “Allah ’ın kitabı aramızdayken ilim nasıl gider?” diye sorunca gadaplanmış ve şöyle buyurmuştur: “Allah iyiliğinizi versin! Tevrat ve İncil Benî İsrail’in elinde değil miydi? Oysaki bu ikisi onlar (a Allah U’ın azabının varid olmasın)dan hiç bir şeyi defedemedi. Muhakkak ki ilmin gitmesi ilim sahiplerinin gitmesidir”[34] buyurmuştur. Eline aldığı yalın meal metniyle ilim adına ortaya çıkıp, Kur’an’ı anlama usulü ve sair edille-i şer’iyyeyi göz ardı ederek ahkam kesenlerin sahteliklerini ve pürmelal vaziyetlerini ortaya koyması açısından çölde vahadır bu hadis-i şerif.
Çok yazı yazmanın veya çok kelam etmenin çok ilim sahibi olma anlamına geldiği veya getirildiği bir çağda yaşıyoruz. Bu anlayış, içinde bulunduğumuz çağa mahsus bir hastalık değil elbette. Belki kökü mazide olan bir serüvenin zamanla palazlanmış ve kabarmış hali bu günkisi. Asırlar öncesinden İbn Recep el-Hanbeli şöyle söylemiş mesela: “Müteahhirlerden bir çoğu bu anlayışla fitneye düşmüş ve dini meselelerde kelamı, tartışması çok olanın böyle olmayandan üstün olduğunu zannetmişlerdir. Bu katıksız bir cehalettir. Ebubekir, Ömer, Ali, Muaz, İbn Mesud ve Zeyd b. Sâbit y gibi sahabenin büyükleri ve alimleri nasıl idiler bir bak! Bunların kelamları İbn Abbas t’tan azdı ondan daha alim olmalarına rağmen. Tebe-i tabiinin kelamı da tabiundan çoktur. Oysaki tabiun onlardan daha alimdir. Demek ki, ilim çok rivayet etmek ve çok kelam etmekle ilgili bir şey değildir. Lakin o kalbe atılan bir nurdur. Kul onunla birlikte doğruyu anlar ve hakla batılı birbirinden ayırır. Bunu veciz ve maksatları tahsil eden ibarelerle ifade eder.”[35]
Çağdaş Sahafîliğin Ahlak Problemi
Hocasız ilim talebinin şahsı bağlayan tarafından ziyade toplumda meydana getirdiği bir ahlak problemi de var ne yazık ki. Ahlak problemi derken, meseleleri aslından usulüne göre okumayan gayr-ı kâfîlerin ömrünü ilme adamış koca alimlere dil uzatması ve hatta kimi zaman onları ilim kantarında tartmaya kalkması gibi bir garabetten bahsediyoruz. Bu durum tam olarak Hüseyn el-Kerâbîsî’ nin, İmam Ahmed b. Hanbel’in aleyhine konuşanlar için söylediği “Ahmed b. Hanbel’i zemmedenlerin hali; Ebû Kubeys dağına gelip, ayakkabılarıyla onu yıkmaya çalışanlar gibidir”[36] şeklindeki tasvirini hatırlatıyor bizlere.
Sosyal medya gibi dileyenin kendisini dilediği aynada görebileceği ve dilediği tarzda umuma gösterebileceği bir mecrada işleniyor bu cürüm çoğu zaman. Globalleşmenin kapıp götürdüğü değerlerimizin başında gelen dürüstlük ve “olduğun gibi görünme” erdemliğini ne kadar da yitirdiğimizi gösteriyor bu durum bir başka açıdan. Rahle önüne nasıl diz çöküleceğini bile bilemeyecek cühelanın, seviyesine nispetle mübtedi kelimesinin bile müntehi konumunda kalacağı çiğ karakterlilerin “hoca yarıştırma” veya “hocaların muhabbet münasebetlerini karıştırma” fetbazlıkları tamamen ahlak probleminden neşet ediyor şeksiz şüphesiz.
Tenkit ettiğimiz bu fecaat asrımıza mahsus bir tutum da değil. Belki çok eski asırlardan kalma bir usulsüzlük ve ahlâkî problem bu. Nitekim Hatib el-Bağdâdî, yaşadığı zamanda müşahede ettiği bu tarz insanlarla ilgili şöyle der: “ Zamane ehlinden hadise intisaplarını iddia edip kendilerini hadisin semaı ve nakli konusunda mütehassıs gören bir takımlarını gördüm. Bunlar iddia ettikleri şeyden en uzak olan kimselerdir. Bunlardan biri cüzlerden az bir adet yazdığında ve azıcık bir zaman semâ’ ile meşgul olduğunda mutlak anlamda hadis alimi olduğuna inanırar. Oysaki kendisini hadisi talep etmek hususunda hiç yormamış ve hadislerin baplarını ve sınıflarını ezberleme noktasında hiç meşakkete düşmemiştir. Bunlar az hadis yazmalarına ve az hadis bilmelerine rağmen insanların en kibirlileri ve ucuplularıdırlar. Hiçbir hocaya gösterilmesi gereken hürmete riayet etmezler.”[37]
İmam ez-Zehebî de şöyle der: Onların akabinde bir topluluk geldi ki, zahir de kendilerini ilme nispet ettiler. Oysa ilim adına edindikleri şey, sayesinde kendilerini ulema ve fudela addettikleri az bir miktar bir şeyler bimekten başkası değildi. Akıllarına ilimle Allah U’a yaklaşmaları gerektiği gelmiyordu bile. Çünkü onlar kendisine uyulup peşinden gidilecek bir hoca görmemişlerdi hiç.”[38]
Naylon Müçtehitlerin Akıl almaz Hadsizliği
Üstad görmemiş olmanın bir diğer ahlak problemi de had bilmemektir. İlmi bir üstaddan ahz etmeyen kişinin kendisini yegane bilgin kabul etmesinin kaçınılmazlığı malumdur hepimize. Bu yüzden ilim elde etmenin usulünü ve ilmî mesaili konuşmanın ne denli ciddi bir altyapıya muhtac olduğunu bilmeyenlerin “cahil cesurdur” fehvasınca korkmadan meselelere dalabilmeleri taaccube şayan bir durum değildir. Ahmet Davutuğlu hocanın ifadesiyle “Naylon müçtehitler”in cirit attığı bir ortamda yaşıyor oluşumuzun temelinde yatan arıza budur hakikatte.
Hasan Heytû İlim elde etmedeki noksanlıklar ve bu yanlışlıkların getirdiği hadsizliklerden bahs ettiği el-Mütefeyhikûn isimli eserinde başından geçen bir hadiseyi şöyle aktarmaktadır: “Bir gün öğretmen yetiştiren bir okulun sözlü imtihanı için davet edildim. Her yerde öğrencilerin iyisi ve kötüsü vardır. Fakat şimdi bahs edeceğim gibisi zor bulunur. Dinî bir liseden mezun bir talebe geldi. Konuşmalarımız esanasında bir çok ilimde bilgileri olduğunu fakat şer’î ilimlerde içtihat derecesinde olduğunu ve kimseyi taklit etmediğini söyledi. Öğrenci bizi dehşete düşürdü, bu cüreti ve iddiasının garipliği dikkatimizi çekti.
Ancak bu iddiasının doğruluğunun işaretlerini ne görünüşünde ne bilgisinde bulamadım. Öyle ki, değil alimler, ilim talebelerinin bile yapmayacağı, avama has dilbilgisi hatalarıyla konuşuyordu. Konuşmalarımızda ortaya çıktı ki, talebe ilimle vasıflanması bir tarafa cehalet derecesinin bile altındaydı. Çünkü bazı cehalet vasfı taşıyanlarda ilim bulunmakta ve cehaletle sıfatlanmaları büyük alimlerle karşılaştığında olmaktadır. Yani cahillikleri görecelidir. Talebenin durumunu görünce ilmî yanıltmalara başladım. Onun cehaletinin ne derecede olduğunu ölçmek istedim. O da bunlara sanki bedîhî ilmî hakikatlermiş gibi yanıtlar vermeye başladı. Onun böyle doğru ile yanlışı ayırt edemediğini görünce kendi kendime ‘ona varlığını sarsacak öyle bir soru sorayım ki biraz ilmî saygınlığa sahipse dayanamayıp patlasın’ dedim . Ve sordum “Ömer b. Abülaziz diye birini tanır mısın?” “Evet” deyince “Fakih midir, filozof mu?” dedim. “Filozof” dedi. Hemen ekledim: “Roma mı yoksa Yunan filozofu mu?” “Roma filozofu” dedi. Akabinde “Onun felsefesinden bir şey biliyor musun?” deyince “Biliyordum ama unuttum” dedi. İşte burada neden insanların acayip ve çok şaşırtıcı durumlarda “sübhânellah” dediğini anladım. Öyle ki, talebe batıl iddiaları ve verdiği gülünç cevaplarıyla yetinmedi ve bunların üzerine bir de yalan ilave etti. Buradan anladım ki bu çocuk gerçekten müçtehit.(!)[39]
Prof Dr. Dîn Muhammed de başından geçen benzeri bir hadiseyi şöyle anlatır: Usûlü’d-Din fakültesine yeni girecek öğrencilerle mülakat yaparken başıma şöyle bir şey geldi: Genel liseden mezun olduktan onra Pakistandaki meşhur davet merkezlerinden birisinde birbuçuk yıl eğitim gören bir talebe geldi. Kur’an’dan ezberi olup olmadığını sorduk, Nur süresinin bir ayetinden başka hiç bit ezberi olmadığını söyledi. Okumasını istediğimizde de harekelere riayet etmeyerek yanlış bir şekilde okudu. İmanın şartlarını sorduğumuzda ise Allah’a ve meleklere imanı söyleyebildi ve sonra zorla kitaplara imanı da hatırladı. İlkokul birinci sınıftaki çocukların ezbere bildiği âmentüyü hatırlatmaya çalıştık, âhiret gününe kadar zorla devam etti fakat “ve’l-kaderi hayrihî ve şerrihi”yi hatırlayamadı. İslam’ın beş şey üzerine bna edildiği hadisini tamamlamasını söyledik, tamamlayamadı. Buraya kadar bu öğrencinin ve dinî eğitimin İslam dünyasındaki durumuna üzülüyor ve “önemli değil, inşaAllah ilerde öğrenecek” diyorduk. Fakat, “namazı nasıl kılıyorsun, Namazın şartları nelerdir?” dediğimizde bizi dehşete düşürdü. Cevabı varlığımızı saracak cinstendi: “Daha önce babamın tabi olduğu Hanefi mezhebine göre kılıyordum fakat şimdi hiçbir mezhebi taklit etmiyorum. Doğrudan Kur’an ve Sünnet’ten alıyorum” dedi.[40]
“Amel İçin İlim” den “Amelsiz İlme
İlim öğrenme ile ilgili usûlî yanlışlıklarımızla birlikte maksud yönünden düştüğümüz hatalar da var. Zira ilmi nasıl tahsil etmemizi belirlememiz noktasındaki menhec belirlememiz ne kadar mühimse niçin tahsil etmemiz hususundaki maksud tespitimiz de o kadar önemlidir. Amel için elde edilen ilim ihlas ve takva süsüyle de tezyin edildiğinde kişiye fayda verir. İlmiyle hidayete erenler ile ilmiyle sapıtanların arasındaki temel farika budur aslında. İlim gibi mahza hayır olan bir şey, kesb edilişindeki muhtelif usulsüzlikler sebebiyle şerli bir netice de verebiliyor kimi zaman. Nitekim Cenab-ı Hakk’ın “Gördün mü o kimseyi ki kendi hevâsını kendisine tanrı edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış ve gözü üzerine bir perde kılmış”[41] buyurarak ilim üzere saptırılan kulların olduğunu tasrih buyurmaktadır.
Allah’ın bir kulunu, kendisine bahşettiği ilim nimetiyle birlikte amele de muvaffak kılması onun hakkında hayır murad ettiğinin alametidir. Ma’ruf-i Kerhî şöyle der bu konuda: “Allah bir kulu için hayır dilediğinde ona amel kapısını açar ve cedel kapısını kapatır. Bir kulu için şer dilediğinde de ona cedel kapısını açıp amel kapısını kapatır.”[42]Allah U’ın bir kula verdiği ilim nimetiyle onun hakkında neyi murad ettiğinin somut bir göstergesi olması açısından bu söz çok enfes nitelikte bir sözdür. Resulüllah r’ın “Dilediğiniz kadar ilim öğrenin. Amel etmediğiniz sürece Allah size fayda vermeyecektir”[43] şeklindeki veciz ifade de bunu teyit eder mahiyettedir.
Amelsiz ilim kişinin başına dünyevî veya uhrevî türlü belalar da açar. Cenab-ı Hakk’ın gazabını celb etmesi açısından da tehlike arz eden bu durum ilim ehlinin afetlerinden sayılmaktadır. Bir kısım rivayetlerde Cenab-ı Hakk’ın inzal buyurduğu bazı kitaplarında bir takım peygamberlerine şöyle vahy ettiği nakledilmektedir: ” İnsanlara karşı olduğu gibi görünmeyip, kalpleri kurtlar gibi olmasına rağmen dilleri baldan tatlı olan ve dinin dışındaki bir maksatla tefakkuh edip, amelden başka bir niyetle ilim talep edenlere deki, beni mi kandırıyorlar veya benimle alay mı ediyorlar? Zatıma yemin ederim, onlara öyle bir musibet vereceğim ki halim bir insanı dahi hayrete düşürecek.”[44]
Amelden başka bir niyetle tahsil edilen ilmin gazab-ı ilâhiyi celb edeceğini ifade eden bu rivayetler ilim için yola çıkan kimselerin tashih-i niyet yapmaları ve tekellüfle talep ettikleri meselelerden neyi amaçladıklarını da tam olarak belirlemeleri gerektiğini gösteriyor bizlere. Bu vesileyle, ilimden gayenin amel olduğunu bilenler mesâil bilgisinden ziyade amele yönelmeyi ve rızaullahı talepte günbegün terakkiye talip olmayı öncelemektedirler. Hayatını ilme adamış İmam el-Gazzâlî gibi zatların “lâ hâcete ile’l-ilmi’l-kesîr/fazla ilme ihtiyaç yok”[45] şeklindeki ifadelerini bu bağlamda anlamak gerekir.
[1] Beyhaki, ed-Daavatu’l-Kebîr, No: 119, Nesâi, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle, No: 102, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 1315, Hâkim, el-Müstedrek, No: 1739
[2] İbn Abdilber, Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, Daru İbni’l-Cevzî, Suud, 1994, Baskı: I, No: 70
[3] Ebu Hayseme, el-İlm, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1983, Baskı: II, No: 15
[4] Ebu Dâvud, “Kitâbu’l-Edeb”, No: 5012,
[5] Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, Daru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan, 2002, Baskı: I, VII/3021-22
[6] Taberânî, el-Mu’cemu’s-Sağîr, No: 507, Beyhaki, Şu’abu’l-Îmân, No: 1642
[7] İbn Recep el-Hanbeli, Fadlu İlmi’s-Selef alâ İlmi’l-Halef, s. 72-73
[8] Zekeriyya en-Nevevî, Minhâcu’t-Tâlibîn, Daru’l-Minhâc, Cidde, 2011, Baskı: II, s.63-64
[9] Ebu Dâvud, “Kitâbu’l-İlim”, No: 3664, Ahmed b. Hanbel, Müsned, No: 8457, İbn Mâce, “Mukaddime”, No: 252, Hâkim, el-Müstedrek, No: 288, İbn Hibbân, Sahih, “Mukaddime”, No: 78
[10] İbn Mâce, “Mukaddime”, No: 254, Hâkim, el-Müstedrek, No: 290, İbn Hibbân, Sahih, No: 77
[11] Darimi, Sünen, Mukaddime, No: 261
[12] Dârimî, Sünen, “Mukaddime”, No: 394, Zekeriyya en-Nevevî, Kitâbu’l-İlim ve Âdabu’l- Âlimi ve’l-Müte’allim, Daru’l-Hayr, s. 77
[13] Yusuf Hattar Muhammed, el-Mevsû’atu’l-Yûsufiyye fî Beyâni Edilleti’s-Sûfiyye, Dımeşk, 2015, s.391
[14] Hatib el-Bağdâdî, el-Câmi’ li Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmi’, Mektebetu’l-Me’ârif, Riyat, I/79
[15] Hatib el-Bağdâdî, el-Câmi’ li Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmi’, I/80
[16] Şûra, 52
[17] Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, II/416
[18] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XI/59, No: 6511, Buhari, “Kitâbu’l-İlim”, No: 100, Müslim, “Kitâbu’l-İlim”, No: 2673, Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, No: 55, İbn Mâce, “Mukaddime”, No: 52,
[19] Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’, No: 20446, Abdürrezzak, el-Musannef, No:20483
[20] Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, Daru’l-Hadis, Kahire, VI/546, Beyhaki, el-Medhal, No: 741
[21] Abdülhay el-Leknevî, er-Ref’u ve’t-Tekmîl fi’l-Cerhi ve’t-Ta’dîl, Daru’s-Selâm, Kahire, 2009, Baskı: IX, s. 69
[22] Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Tavdîhu’l-Efkâr, el-Mektebetu’s-Selefiyye, Medine-i Münevvere, II/419
[23] Ahmed b. Hamdân, Sıfatu’l-Fetvâ ve’l-Müftî ve’l-Müsteftî, el-Mektebu’l-İslami, Beyrut, s. 8
[24] İbn Abdilber, Cami’u Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, No: 926
[25] Zekeriyya en-Nevevî, Tehzîbu’l-Esmâ ve’l-Lüğât,Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, I/11
[26] İbn Abdilber, Cami’u Beyâni’l-İlmi ve Fadlih, No: 821
[27] İbn Beşküvâl, es-Sıla fî Târîhi Eimmeti’l-Endelüs, Mektebetu’l-Hâncî, 1955, Baskı: II, s. 250
[28] Kadı İyaz, el-İlmâ’ ilâ Ma’rifeti Usûli’r-Rivâyeti ve Takyîdi’s-Semâ’, Dâru’t-Türâs, Kahire, 1970, Baskı: I, s. 28
[29] Kadı İyaz, Tertîbu’l-Medârik ve Takrîbu’l-Mesâlik, Mağrib, VII/103
[30] er-Râmehurmuzî, Muhammed el-Hasen b. Abdurrahman, el-Muhaddisu’l-Fâsıl beyne’r-Râvî ve’l-Vâ’î, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1404, Baskı: III, s. 205
[31] Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebir, No: 9496
[32] من تفقه من بطون الكتب ضيع الأحكام Bkz. İbn Cemâ’a, Tezkiretu’s-Sami’i ve’l-Mütekellim, s. 87
[33] İbn Cemâ’a, a.g.e., a.y.
[34] Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXVI/621, No: 22290, Dârimi, Sünen, “Mukaddime”, No: 246
[35] İbn Recep el-Hanbeli, Fadlu ilmi’s-Selef alâ ilmi’l-Halef, s. 57-58
[36] Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, Müessesetu’r-Risâle, 1985, Baskı: III, XI/204
[37] Hatib el-Bağdâdî, el-Câmi’ li Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmi’, Mektebetu’l-Me’ârif, Riyat, I/77
[38] Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, VII/153
[39] Hasan Heytû, el-Mütefeyhikûn, Daru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut, 1994, s. 98-99 [Prof Dr. Din Muhammed, Dünya Dinlerinde Modernizm Krizi ve İslam, Endülüs Kitap, İstanbul, 2013, Trc: Muhammed Uysal, s. 52) Kısmî tasarruflarla…
[40] Prof. Dr. Din Muhammed, a.g.e., s. 53
[41] Câsiye, 23
[42] Hatîb el-Bağdâdî, İktidâu’l-İlmi el-Amel, el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut, 1984, Baskı: V, s. 80
[43] Hatib el-Bağdâdî, İktidâu’l-İlmi el-Amel, s. 21, No: 7, Ebu Nuaym el-İsbehânî, Hilyetu’l-Evliyâ, Daru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut, I/236
[44] Taberânî, Zemmu Men lâ Ya’mel bi İlmih, Daru’l-Me’mûn, s. 41
[45] Ebu Hamid el-Gazzâlî, Eyyuhe’l-Veled, (el-Münkız mine’d-Dalâl ile), Müessesetu’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut-Lübnan, Baskı: III, s. 79
Cevapla
Yorumları Görüntüle