İslam tarihini incelediğimizde gerek akîdevî ve gerekse de fıkhî meseleler hususunda bir çok ihtilafların yaşandığına şahit oluruz. Fıkhî konulardaki ihtilafların bidayeti kökeni itibarıyla sahabeye dayanmaktadır.[1] Ve bu ihtilaflar bütün bir ümmet tarafından rahmet olarak telakkî edilmiştir.[2] Zira fıkıhtaki ihtilaf tabiri, farklı noktalardan hareket eden müçtehitlerin doğruyu bulma gayesi gibi mahza hakikat olan bir noktada birleşmeleri anlamını taşımaktadır.[3] Bu manayı taşıyan ihtilafın zıttı ise “hilaf” tabiriyle ifade edilmektedir. Bu manadaki ihtilaf ümmet arasında tefrikaya sebep olmadığı gibi farklı kesimlerde ayrı şartlar altında hayat süren insanların aynı meselede değişik hükümleri taklid edebilmesi gibi büyük bir genişliğe dahi sebep olmuştur.[4] Zaten bu ihtilaflar dînî meselelerin üçte biri gibi küçük bir miktara tekabül etmektedir. [5]
Bu anlatılan ihtilafın yanında bir deümmetin bölük pörçük olması ve manevî gücünün sarsılması noktasında esas problem teşkil eden nokta olarak niteleyebileceğimiz tarihte vuku bulmuş olan akîdevî ihtilaflar vardır. Aynı zamanda bu ihtilaflar Hz. Peygamber (Aleyhissalatü vesselam)’ın“ Yakında ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır”[6]diye bahsettiği ayrılığın da müşahhas vesikalarıdırlar.
Hz. Peygamberin vefatından sonra irtidatlar baş gösterdi. Dini devletten ayırma çabalarının bir nevi yansıması olan zekât vermeme hastalığından tutun, kaderi inkâr etme, Allah Teâlâ’yı kullarına benzetme/ teşbih, Allah’a cismiyyetin levazımı sayılabilecek bir takım hususiyetler izafe etme/ tecsim gibi hastalıklar zuhur etti. Zekât vermeyenlerle savaşacağını ilan eden Hz. Ebubekir’in tavrı, kendisine müteşâbihatın manasını soran kişinin hurma dallarıyla başını kanatan ve bilahare onu Basra’ya süren Hz. Ömer’in tedbirleriyle devam etmişti.[7]
Bahsini yapacağımız “Kelamullah “ konusu da bu inhiraflara ma’kes olmuş bir meseledir. Hazreti Peygamber Aleyhisselam’ın bahis yapmadığı muhdes meselelerle iştiğal eden bidatçı gruplar, bu bidatleriyle yetinmeyip aynı zamanı paylaştıkları insanları da kendi bozuk fikrilerine âlet etmişler ve hatta kimi zaman devleti ele geçirmek suretiyle halka pres yaparak kendi inaçlarını paylaşmak konusunda onları icbar etmişlerdir. Ümmet, her zaman olduğu gibi bu travmalar karşısında da ilacını dirayetli ve mukavemetli âlimlerde bulmuştur. Onların sarsılmaz duruşları sayesinde sırat-ı müstakimin izlerini kaybetmemiş ve akidevî anlamda ayakta durmayı başarabilmiştir. Bahsinde olduğumuz konu da bunlardan birisidir. Birazdan izah edeceğimiz “Mihne olayının” tarihî seyrine bakıldığında, Mu’tezile mezhebinin sultayı ele geçirerek ümmeti tamamen gereksiz bir konu olan “Kur’an mahluk mudur, değil midir” tartışmasına ittiği ve kendileri gibi kelamullahınmahlukiyetine inanmayanlara akıl almaz işkencelerde bulunduğu görülecektir. Öyleyse sözü fazla uzatmadan “Mihne hadisesinin tarihi süreci ve seyrini nakledelim:
Mihne Hadisesi ve Tarihî Arka Plan
Kelamullah konusuyla ilgili tarihî bir geçit olarak niteleyebileceğimiz “Mihne süreci” nin sloganı olduğunu söyleyebileceğimiz “Kur’an’ın mahlûk olduğu” görüşü sadece mu’tezile mezhebine münhasır değildir. Kaynakların sundukları bilgiler nispetinde meseleye bakacak olursak bu iddianın arka planının hicrî ikinci asrın başlarına dayandığını görürüz. İtikadî bir mezhebin slogan olarak kullandığı bu iddianın ferdî plandaki müdafii hicrî ikinci asrın başlarında Halife Mervan’ın (H.127) hocası olan Ca’d b. Dirhem idi.[8] Bu zat şahsî anlamda ilk olarak Kur’an’ın mahlûk olduğu gibi sahabenin konuşmadığı ve hakkında i’mal-i fikr etmediği bu tezi ortaya sunmuş ve müstakbel dönemlerde bu görüş üzerinden gerçekleştirilecek olan bir çok zulümlere de müsebbip olmuştur. Kendisi, Allah Teâlâ’ nın sıfatlarını nefyettiğinden dolayı kelam sıfatının[9]olmadığı ve buradan hareketle de Kur’an’ın mahlûk olduğu neticesine varmıştır.Halife Hişam’ın(Ö. H. 125) emriyle öldürülen[10]Ca’d’ın ardından Harun Reşit dönemine kadarortaya attığı bu görüşten bahsedilmemiştir.
Daha sonraları, Harun Reşit döneminde ise bu görüş tekrardan Bişr el-Merîsî[11] ile diriltilmiş ve el-Merîsî Kur’an’ın mahlûk olduğunu savunmaya başlamıştı. Ancak bu savunmalar ve ortaya atılan iddialar yukarıda da arz ettiğimiz gibi fert planını aşamıyor ve kitlelere hitap edemiyordu.[12]Belli bir süre devlet ve sulta eşliğinden mahrum bir şekilde birkaç şahsın dillendirmesinde kalmış “Kur’anın mahluk olduğu” şeklindeki görüş daha sonraları Mu’tezilenin peyderpey Abbasî devletini iyice ele geçirme çabaları sonucu devlet bazında savunulan ve bununla da yetinilmeyip sair insanların da buna inanmaları için icbar edildikleri bir mesele haline gelmiştir. Tâki bu durum Abbâsî halifelerinden Me’mun’un iktidarına kadar devam etmiştir.
Aslında Halife Me’mun konu hakkında uzunca bir süre sessiz ve tarafsız kalmayı tercih etmiş gözükmektedir. Ancak o etrafında bulunan Bişr b. Ğiyâs el-Merîsî, Bişr b. Mu’temir, Sümame b. Eşres, İbrahim en-Nazzâm, İbnEbîDuâd, Ebu’l-Hüzeyl el-Allâf gibi mu’tezilî kimlikleriyle tebarüz etmiş kimselerin etkisinde kalmıştır.[13] Kardeşi ile giriştiği iktidar mücadelesi sonucunda halifelik makamını elde edip hilafetinin ilk yıllarını Merv’ de geçiren Me’mun H. 204 yılında döneceği Bağdat’ta döndüğünde kendileriyle beraber ilmî toplantılar tertip edeceği kelamcı , fakih ve muhtelif alanlarda uzmanlaşmış on kişilik bir kurul seçmeyi de ihmal etmemişti. Bu kurulun içinde –yukarıda aktardığımız üzere- Mu’tezilî kimlikleriyle ön plana çıkmış Biş b. Ğiyas el-Merîsî ve İbnEbîDuâd gibi isimler de vardı. Bu ilmî toplantılar için içerik anlamında genellikle kelamî konular seçiliyor ve Halife Me’mun da bu toplantıların bâ husus akîde sahasındaki farklı görüşlerden dine en uygun olanını almak ve bölük pörçük vaziyetteki İslam ümmetini bunlardan en makul görüneni üzerinde toplanmasına vesile olmasını hedefliyordu.
Tarihçilerin genelinin belirttiği gibi;Mihne olayının asıl çıkış noktası Me’mun’un H. 218 yılında Bizans seferine çıkmasıyla başlamaktadır. Seferde olan Me’mun,Bağdat’taki vekili İshak b. İbrahim’ e gönderdiği mektubun konumuzla ilgili olan kısmında özetle şunları söylemekteydi: Kur’an mahlûk değildir diyerek Allah Teâlâ ile onun arasını tesviye eden/ eşitleyen kimseler kıt anlayışlı ve düşüncesizliğin zirvesinde yaşayan kimselerdir. Zira Allah Teâlâ Kitab-ı Hakim’ de “Muhakkak ki biz onu arapça bir Kur’an kıldık/ ce’alnâ”[14]buyurmaktadır.Allah Teâlâ’nın “ce’ale” fiili ile ifade buyurduğu şeylerin tamamı mahlûktur. Meselâ “Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur”[15]şeklindeki ayette “var eden” manasına tekabül eden fiil “ce’ale” fiilidir.Yine Allah Teâlâ’ nın“Sana geçmişin önemli haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz” ayeti de Kur’an’ın mahluk olduğunu göstermektedir. ÇünküAllah Teâlâ bu ayet-i kerimede Peygambere vahyedilen bu kıssaların geçmiş zamanda tahakkukundan sonra yatıldığını ve Peygambere iletildiğini bildirmiş olmaktadır. Aynı şekilde “Elif, Lâm, Râ. Bu bir kitaptır ki âyetler Hakîm ve Habîr olan (Allah) tarafından muhkem kılınmış ve tafsil edilmiştir.”[16]âyeti de bunu göstermektedir. Çünkü tafsil edilen ve muhkem kılınan kitabın mutlaka bir muhkem kılıcısı ve tafsil edicisi olmalıdır.”Me’mûn,mektubunun son taraflarında vekilinden kadıları toplayıp onlara bu mektubunu okumasını ve Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı konusunda her birerlerini bir imtihandan geçirerek itikatlarını öğrenmesini istemektedir.[17]
Bu emir üzerine içlerinde Muhammed b. Sa’d Kâtib el-Vâkidî, Yahya b. Maîn, Ebu HaysemeZüheyr b. Harb, İsmail b. Davud, İsmail b. Ebî Mesud gibi zatların bulunduğu âlimler topluluğu imtihandan geçirilmiş ve hepsi de Kur’an’ın mahlûk olduğunu ikrar etmeleri neticesinde Bağdat’a tekrar dönmelerine izin verilmiştir.[18]
Kur’anın mahlûk olduğu şeklindeki görüşün, Halife Me’munun gönderdiği mektup neticesinde halka yansıtılması yahut daha doğru tabirle dayatılması halk zaviyesinden haklı bir tepkinin yolunu açmıştı. Bu süreç içerisinde tepki merkezli karşılıkların en önemli simalarından biri olarak İmam eş-Şafii’ nin talebelerinden Abdülaziz Kinânî el-Mekkî mühim bir isimdir. Kendisine ait –el-Hayde” sinin baş taraflarında Mekke’ de bulunuyorken Bişr’in Bağdat’ta yaydığı bu fitnenin tesirinin günbe gün ilerleme kaydettiği ve insanların da bundan bir hayli tesirlenip bu bozuk fikirde Bişre mutabakat etmeleri vs. gibi durumları durunca çok üzüldüğünü ve sırf bu duruma müdahale etmek için ta Mekke’den kalkıp Bağdat’a gittiğini anlatır.Ve Halife Me’mun’un huzurunda Bişr el-Merîsî ile uzunca bir münazara neticesinde Bişr’i mağlup ettiği anlaşılan müellif halife tarafından tasdik edilip ödüllendilir.[19]
Bu mahalde, Mihne olayı ile ilgili İbnu’l-Esir’in naklettiği iki önemli duruşmada gerçekleşmiş olan karşılıklı diyaloğu aktarmakta fayda vardır. Bu duruşmalardan birisi Bişr b. Velid’ e bir diğeri ise Ahmed b. Hanbel’ e aittir. Bunlardan Bişr b. Velid’ e ait olanla başlayalım:
İshak:Kur’an hakkında ne dersin?
Bişr:Bu hususta Emiru’l-Müminin’ e defalarca ne söylediğimi biliyorsun!
İshak: Gördüğün üzere Bu hususta Mü’minlerin emirinin yeniden bir mektubu geldi.
Bişr: Derim ki Kur’an Allah’ın kelamıdır.
İshak: Sana bunu sormuyorum. Kur’an mahlûk mudur?
Bişr: Allah her şeyin yaratıcısıdır.
İshak: Kur’an bir şey midir?
Bişr: Evet.
İshak: Şu halde mahlûk mudur?
Bişr: Hâlik/ yaratıcı değildir.
İshak: Bunu sormuyorum. O mahlûk mudur?
Bişr: Sana söylediğim bu şeylerden daha fazlasını söyleyemeyeceğim. Daha önce Emîru’l-Mü’minîn’e bu hususta konuşmayacağımı söylemiştim. Söyleyecek başka bir şeyim yok.[20]
Ahmed b. Hanbel’in duruşmasına gelince; onun da metni şu şekilde aktarılmaktadır:
İshak: Kur’an hakkında ne dersin?
Ahmed b. Hanbel: Allah’ın kelamıdır.
İshak: Mahlûk mudur?
Ahmed b. Hanbel: O Allah’ın kelamıdır. Buna ilave edeceğim başka bir şey yok.[21]
İshak: Şu kâğıt (da yazılı olan) hakkında ne dersin?
Ahmed b. Hanbel: Diyorum ki; Hiçbir şey onun benzeri değildir. Ve o hakkıyla işiten ve hakkıyla görendir.
Bunun üzerine Mu’tezile’den birisi Ahmed b. Hanbel için “O Allah Teâlâ için kulakla işitir, gözle görür demektedir” deyince
İshak:Semî/ işitici, Basîr görücü ile kastın nedir? Diye sorar.
Ahmed b. Hanbel:Allah ondan neyi kastetmişse benim de kastım odur. O kendisini vasfettiği gibidir. Buna ilaveten söyleyecek bir şeyim yok.[22]
Bu meyanda diğerlerinden farklılık arz ettiğini söyleyebileceğimiz bir duruşma daha vardır ki bu da İbnu’l-Bekkâ el-Ekber’ e aittir. Ona da yukarıda zikrettiğimiz sorular tevcih edilmiş fakat o gayrısındaki ulemadan daha farklı şekilde cevap vermiştir. Me’mun’un mektubunda istidlal ettiği ““Muhakkak ki biz onu arapça bir Kur’an kıldık/ ce’alnâ”[23]şeklindeki ayetten yola çıkan İbnu’l-Bekkâ’nın “Kur’an mahlûk mudur?” sorusuna cevabı “Kur’an mec’ûldur” tarzında olmuştur. Onun duruşması da şöyle aktarılmaktadır:
İbnu’l-Bekkâ: Bu hususta gelen nastan dolayı[24] Kur’an’ın muhdes ve mec’ûl olduğunu söylüyorum.
İshak:Mec’ûl mahlûk mudur?
İbnu’l-Bekkâ:Evet
İshak: O zaman Kur’an da mahlûk mudur?
İbnu’l-Bekkâ:Mahlûktur demiyorum.[25]
Bunlara benzer soruşturmalar neticesinde Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen dört kişi çıkar: Seccâde, Muhammed b. Nuh, Kavârirî ve Ahmed b. Hanbel… Soruşturmaların neticesini Halife Me’mun’a ileten İshak, halifeden gelen mektupta Kur’anınmahlûk olduğunu itiraf etmeyenlerin fetvadan ve rivayetten hacredilmelerini/ engellenmelerini ihtiva eden bir mektup alır.[26]İshak b. İbrahim’in emri ile zincire vurulan bu âlimlere bu görüş icbarî olarak kabul ettirilmek istenir. İşkenceler neticesinde Seccâde ile Kavârîrî ısrarlarından vazgeçerek Kur’an’ın mahlûk olduğunu kabul ederler ve serbest kalırlar. Ahmed b. Hanbel ile Muhammed b. Nuh zincirlere bağlı oldukları halde Halife’nin bulunduğu Tarsus şehrine doğru yola çıkartılırlar. Rakka’ya vardıklarında halife Me’mun’un ölüm haberi gelir ve bunlar Vali Anbese b. İshak tarafından Bağdat’a geri gönderilirler. Me’mun, ölüm hastalığı ilerlediğinde, kendisinden sonra halife olmasını arzu ettiği kardeşi İshak’a vasiyet mahiyetinde yazdığı mektubunda “Kur’an hakkında kardeşinin yolunu takip etmesini ve İbnEbîDuâd’ı yanından ayırmaması gerektiğini” yazar.[27] Halife Mu’tasım,İbnEbîDuâd’ımüsteşâr vazifesinden öte Kâdı’l-Kudât makamına atamak suretiyle abisinin vasiyetini fazlasıyla yerine getirmiş bulunmaktaydı.
Hicrî 218 yılında hilafet makamına gelen Halife Ebu İshak Muhammed b. Harun Reşit(Mu’tasım), Me’mun’un vasiyeti üzere Halku’l-Kur’an meselesini devam ettirdi. Bilgili olma anlamındaMe’mun gibi olduğunu söyleyemeyeceğimiz Mu’tasım, muhtemelen cehalet yönünün tetikleyicisi olduğu kaba bir tavırla daha baskıcı uygulamaların altına imza atmış ve emir- komuta anlayışıyla hareket etmiştir. Bundan dolayı, Me’mun döneminde de Kur’an’ın mahlûk olduğunu inkâr eden Ahmed b. Hanbel ve Nuaym b. Hammad gibileri o döneme nispeten Mu’tasım döneminde kat kat daha fazla olduğunu söyleyebileceğimiz bir baskı ve eziyete maruz bırakılmışlardır. Dönemin şartları ve mihne sürecinin bâ husus Halife Mu’tasım dönemindeki seyrini incelediğimizde özellikle bu dönemde yapılan aşırı dayatmaların ve akıl almaz işkencelerin koyu bir Mu’tezilî itikada sahip olan İbnEbîDuad’a istinat ettiğini görüyoruz. Kâdı’l-Kudat makamına getirilmesi büyük bir fırsat addederek, Mu’tezilî itikadın Abbasî devleti üzerindeki hâkimiyetine günbegün ivme kazandırma gayretini güden bu zat, Mu’tasımın entelektüel anlamdaki yetersizliğinden de istifade ederek istediği başarıya ulaşmıştır.[28] Hatta İmam es-Sübkî’ nin de kaydettiği üzere; kendisine her ay devlet tarafından bin dirhem verilen Affan b.Müslim’in sırf Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylememesinden dolayı geliri kesilmiştir.[29]
Hicrî 227 yılında Mu’tasımdan sonra hilafete gelen oğlu Vasık, mihne uygulamalarını hilafetinin ilk üç ya da dört yılında uygulamamışsa da bulunduğu makam dolayısıyla Devlet üzerinde hayli etkisi olduğunu söylediğimiz İbnEbîDuâd’ınVâsık üzerinde de tesirleri görüldü ve 231 yılında Ahmed b. Nasr el-Huzaî’ nin başlattığı emr-i bi’l-Ma’ruf bahane edilerek Mihne dosyası bir kez daha açıldı.Amcası Me’mun ve babası Mu’tasımın ısrarla savunduğu bir mevzuyu çok şiddetle savunmaya başlayan VâsıkİbnEbîDuâd bu fırsatı iyi değerlendirdi ve yeniden valiliklere emirler gönderilerek âlimlerin tekrardan “Halku’l-Kur’an” meselesi hususunda sorguya çekilmeleri emredildi.Vâsık, Halku’l-Kur’an, Ru’yetullah vs. gibi mevzularda alt edemediği Ahmed b. Nasr ve adamlarını zindanlara mahkûm etti. Muhalefet edenleri ölüme mahkûm etti.[30]Vasık’ın hilâfetinin son dönemlerinde mihne uygulamalarının sona erdiğini belirten kaynaklar buna gerekçe olarak da şu hadiseyi zikretmektedirler:
Ebû Abdirrahman Abdullah b. Muhammed b. İshak el-Ezremîisminde yaşlı bir kişi İbnEbîDuâd ile halifenin huzurunda tartışmaya gelir. İbnEbîDuâd, herkese yaptığı gibi bu yaşlı zata da Kur’an hakkındaki görüşünün ne olduğunu sorar. Ebû Abdirrahman ona aynıyla mukabelede bulunarak onun Kur’an hakkındaki düşüncesinin ne olduğunu sorar. O da vazgeçilmez addettiği itikadını bir kez daha ibraz ederek Kur’an’ın mahlûk olduğunu söyler. Bunun üzerine yaşlı zat İbnEbîDuâd’a Hz. Peygamberin tebliğ vazifesini tam yapıp yapmadığı ve Kur’an’ın mahluk olup olmadığıyla ilgili bir bilgiye sahip bulunup bulunmadıklarıyla ilgili sorular sorar. Tabii olarak İbnEbîDuâd tarafından Hz. Peygamberin tebliğini tam yaptığı şeklinde bir cevap gelince Yaşlı zat taşı gediğine koyar : “Mademki Hz. Peygamber tebliğini emrolunduğu gibi yerine getirmiştir. Şu halde Hz. Peygamberin tebliğ ettiği şeyler arasında Kur’an’ın mahlûk olduğu var mıdır?”. Bu soru karşısında cevapsız bir şekilde sâkit kalan İbnEbîDuad’aikinci bir soru yöneltir: “Bu gün size dininizi kemale erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için İslâm’a razı oldum” buyurarak dininden her hangi bir şeyi eksik bırakmadığını ilan eden Allah Teâlâ’ mı doğru söylüyor yoksa Kur’an’ın mahlûk olduğu şeklindeki meseleyi tartışarak dinde noksanlık bulunduğunu iddia eden sen mi?” İbnEbîDuâd bu soru karşılığında da suskun kalmayı tercih etti. Bunun üzerine Ebu Abdirrahman sorularına devam etti:
Ebu Abdirrahman: Hz. Peygamber bu meseleyi biliyor muydu?
İbnEbîDuâd: Evet.
Ebu Abdirrahman: İnsanları buna davet etti mi?
İbnEbîDuâd:???
EbûAbdirrahman: Eğer Hz. Peygamber ve Hulefa-i Râşidîn bu meseleyi biliyor idiyseler ve bu mesele için insanları davet etmemişlerse (ki etmemişlerdir), onların kalkışmadığı bir işi irdelemen doğru mudur?
İbnEbîDuâd:???
İbnEbîDuâd halifenin huzurunda kendisini savunmaktan âciz kalmıştır. Tüm bu olaylardan sonra halife “Halku’l-Kur’an” sorgulamalarına son vermiştir.
Daha sonra H. 232 Yılında hilafete geçen Mütevekkille Halku’l-Kur’an konusu tarihin fî sayfalarına gömüldü. Hilafete gelen Mütevekkil’in saltanatının ta başlangıç döneminde Halku’l-Kur’an veya Ru’yetullah gibi konuların tartışılmasından uzak durulmasını istemesiyle[31] başlayan ilk aşama, aynı halifenin hadisçiler vb. gibi mağdur edilen zümreleri taltif etme süreciyle devam etti. İbnEbîDuâd’ın da felç olduğu devreye rastlayan bu süreç Mu’tezilenin çöküşü anlamına gelmekteydi ve öyle de olmuştu.
Mihne sürecinde Umde İsim: Ahmed b. Hanbel
Mihne sürecindeki duruşuyla “Biz delilin taraftarıyız ve o nereye yönelirse biz de oraya yöneliriz” diyen Ahmed b. Hanbel bu sürecin hemen hemen en önemli ismi olmuştur. Kur’an’ın mahlûk olduğu tartışmalarında her hangi bir delil bulunmaması sebebiyle, bu konudaki dik duruşunu hiç bozmayan Ahmed b. Hanbel, bidat görüşler karşısında nasıl durulması gerektiğiyle ilgili kendinden sonraki nesillere de örnek teşkil etmektedir. Onun delili ne kadar önemsediği ve Kur’ani ve Nebevi naslar karşısında nasıl teslim olduğu İbnKayyim’in“Kitabu’r-Ruh”unda naklettiği şu hadiseden de çok güzel bir biçimde anlaşılmaktadır:Ali b. Musa el-Haddad şöyle anlatıyor: Bir cenazede Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Kudâme’nin yanındaydım. Meyyit gömülünce, engelli bir adam kabrin başında Kur’an okumaya başladı. Ahmed b. Hanbel, bu adama “Ey falanca! Kabrşn yanında Kur’an okumak bidattır” dedi. Kabristandan çıkınca, Muhammed b. KudâmeAhmed b. Hanbel’e “Ey EbûAbdillah! Mübeşşir el-Halebî hakkında ne dersin?” dedi. Ahmed b. Hanbel” sikadır” diye cevap verdi. Muhammed b. Kudame “Peki ondan bir şey(hadis) yazdın mı?” diye sorunca Ahmed b. hanbel” Evet” dedi. Bunun üzerine Muhammed b. Kudame “Bana Bişr, Abdurrahman b. Alâ b. el-Leclâc’ tan o da babasından haber verdi ki; babası öldüğünde başında Bakara süresinin baş tarafıyla son tarafının okunmasını vasiyet etmiştir” ve İbn Ömer’i de bunu vasiyet ederken işittiğini söylemiştir” dedi. Bunun üzerine Ahmed b. Hanbel “Görüşümden dönüyorum. O adama söyle (kabrin başında) okusun” dedi.[32] Bu hadise, Ahmed b. hanbel’insünen’e ve selefin kavillerine ne derece bağlı olduğunu ve görüşlerinin tamamını bunların üzerine bina ettiğini açıkça göstermektedir. Kur’an’ın mahlûk olduğu meselesi de Peygamber veya ashâbı tarafından konuşulmamış, değinilmemiş bir mevzu olduğu için Ahmed b. Hanbel bu konuda tamamen selefin müteşâbihât hususundaki tavrını takınmış ve büyük bir dirayetle tevil-i icmâlî’ yi tercih etmiştir. Hatta o kendisine “Kur’an mahlûktur diyen kişinin itikadî durumu nedir” şeklinde sorulan sorulara “Kâfirdir, küfre girmiştir” şeklinde cevaplar vermiştir.[33] O zamanki sebâtkâr duruşu daha sonra ümmet adına büyük rahmete vesile olmuştur. Sırf Kur’an mahluktur demediği için otuz ay hapse mahkum edilmiş ve buna rağmen caydırılamamıştır.Kendisine yapılan işkenceler karşısındaki istikametini şaşkınlıkla anlatan cellatlarından birisi şunu söylemektedir: Ahmed b. Hanbel’e seksen sopa vurdum. Şayet o sopaları bir file vuracak olsaydım fili öldürürdüm.”[34]
Ahmed b. Hanbel’iemsâli gibi ikrâh halinde “Kur’an mahlûktur” gibi bir iddiayı ikrar etmekten engelleyen şey, âlim ve Muktedâbih bir şahsiyet olmasıdır. Zira ona göre toplumun önünde bulunan insanların kalplerinden inanmadıkları bir şeyi telaffuz etmeleri(takiyye) caiz değildir. Çünkü toplum kendisinin bu görüşünü inanarak söylediğini sanacak ve bu da ona uyan kimselerin hak yoldan sapmasına vesile olacaktır.[35]
Halife Me’mun ve diğer halifeler döneminde “Halku’l-Kur’an” konusuyla ilgili çeşitli imtihanlara tâbi tutulan ve hiçbirisinde geri adım atmayan Ahmed b. Hanbel bu sebâtıyla batıl karşısında nasıl direniş gösterileceğini kıyamate kadar yaşayacak tüm insanlara resmetmiştir. İbnAsâkir,Ahmed b. Hanbel’in direnişiyle ilgili şöyle bir hâdise nakleder: “Rebî’ şöyle demiştir: Şafi Mısır’ geldiğinde ben onunla birlikteydim. Bana bir mektup vererek “al bu mektubu götür Ahmed b. Hanbel’e ver ve bana cevabını getir” dedi. Bağdata geldim ve Ahmed b. Hanbel’i sabah namazında buldum. Onunla beraber sabah namazını kıldım. Mihraptan yüzünü çevirip döndüğünde mektubu ona vererek “Bu sana Mısır’dan kardeşin Şafii’den gelmektedir” dedim. Ahmed b. Hanbel bana “Peki sen bunda ne yazıyor bakıp okudun mu?” dedi. “Hayır” dedim. Mektubu alıp okudu ve gözleri yaşlarla doldu. “Ne yazıyor bu mektupta ey EbûAbdillah!” dedim. Şöyle dedi; “Peygamberi rüyasında gördüğünü ve Peygamberin ona (eş-Şafii’ye) “Ahmed bin Hanbel’e mektup yaz ve benden ona selam söyleyerek de ki; Yakında sen imtihana tâbi tutulacaksın ve Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylemeye çağrılacaksın. Onların bu isteğine icabet etme! Allah’ın senin şanını kıyamette yükseltmesi yakındır.” Dediğini yazıyor dedi. Ben de dedim ki (EyAhmed!) Bu müjdedir. Ahmed b. Hanbel hemen gömleğini çıkarttı ve bana verdi. Gömleği aldım ve Mısır’a doğru yola çıktım. İmam eş-Şafii’ye Cevabı ulaştırdığımda mektubu okudu ve bana “Sana verdiği şey nedir?” diye sordu. Ben de “İçten giydiği gömleği” dedim. Bunun üzerine İmam eş-Şafii bana bu gömleği yıkamamı ve gömlekten sızan suda beni de ortak edeceğini söyledi.[36]
Sonuç itibarıyla kendisinden sonraki nesillere nispetle olay Ali b. el-Medini’ nin dediği gibi olmuştur: “Muhakkak ki Allah Teala dini üçüncüleri olmayan iki kişiyle aziz kılmıştır. Riddet döneminde Ebu Bekir (RadıyallahuAnh), Mihne döneminde de Ahmed b. Hanbel…[37]
Ebu Hanife ve Halku’l-Kur’an
Ehl-i Sünnet âlimlerin hemen tamamı Kuran’ın mahlûk olmadığı hususunda ittifak halindedirler. Zira bu akide kitaplarının ilgili bölümlerini mütalaa eden kimselerce malumdur. Bahsini yaptığımız mevzilerde ulema, Allah Teâla’ nin kelamıyla ilgili sair konulara değinmeden önce, başlıca akidenin mahlûk olmadığı hususunda kesin olduğuna değinmektedirler.
Bütün bunlara rağmen, benzer konularda olduğu gibi Halku’l-Kur’an meselesinde de İmam Ebu Hanife’ye Kuran’ın mahlûk olduğunu söylediği şeklinde bir iddia nispet edilmektedir.[38] Hatip el-Bağdadi’nin “TarihuBağdad” ı İbnAbdilber’in “el-İntika” sı gibi eserlerde her hangi bir senet tenkidi ve tahili yapılmaksızın serdedilen bu rivayetler zahirleri itibarıyla Ebu Hanife’ nin “Kuran’ın mahluk olduğu” görüşünde olduğunu yansıtmaktadırlar. Es-Saci’den yapılan nakilde Ebu Hanife’den Kuran’ın mahlûk olduğu şeklindeki görüşünden tövbe etmesi istenmiş o da tövbe etmiştir.[39]
Hatib el-Bağdadi’nin Tarih’in de “Ebu Hanife’nin Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylediğine dair rivayetler” başlığı altında zikrettikleri de çok gariptir. el-Bağdadi burada Ebu Hanife’nin baş talebelerinden olan İmam Ebu Yusuf’un “Kur’an’ın mahluk olduğu söyleyen ilk kişi Ebu Hanife’ dir” dediğini nakletmektedir.[40] Başka bir rivayette Ebu Yusuf’a “Niçinbize Ebu Hanife’den nakletmiyorsun? Diye sorulduğunda“Ne yapacaksınız onu? Öldüğü günde Kuran’ın mahlûk olduğunu söyleyen biriydi” demiştir.[41] Bunlara benzer başkalarından da bazı rivayetler getirmekteyse de biz benzeri rivayetleri naklederek yazının hacmini uzatmak istemiyoruz.
Te’nib’inde bunların tamamını cevaplandıran İmam el-Kevseri, uydurukçuların “Bu rivayetleri Ebu Hanife’ye nispet etmekle yetinmeyip bir de İmamın en Yakın talebelerinden Ebu Yusuf ve onun da en has talebelerinden el-Hasen b. Ebi Malik’ten rivayet etmelerinin garip olduğuna” değinir. Ayrıca, yine garipsenecek bir durum da İmamı Halku’l- Kur’an’ı savunan biri olarak itham etmekle yetinmeyip üstüne üstelik ilk müdafaa eden kimse olarak kaydetmeleridir. Bu nakillerin tamamının senetlerindeki problemleri bir bir deşifre eden İmam Kevseri, Meşhur olanın Kur’an’ın mahlûk olduğunu söyleyen ilk kişinin Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvan ve Bişr b. Gıyas sıralaması olduğunu söyler.[42]
Burada zikredebileceğimiz ikinci bir örnek de yine Hatib el-Bağdadi’nin mezkûr eserinde Seleme b. Amr el-Kadi’ den yaptığı rivayettir. Bu nakle göre “Seleme b. Amr Minberde şöyle söylemiştir: “ Allah Ebu Hanife’ye rahmet etmesin. Zira o Kur’anın mahlûk olduğuna ilk itikat eden kimsedir.” Hâlbuki bu rivayet İbnAsakir’in “Tarih”inde “Allah Ebu Fulan’a” rahmet etmesin şeklinde geçmektedir. Lakin muharrifler tarafından “EbûFulan” ifadesi “Ebu Hanife” ye çevrilmiştir.[43]
Netice olarak İmam’dan nakledilen eserler bize Ebu Hanife’ ninkelamullah hususundaki görüşünün tıpkı Maturidi kaynaklarının tamamında yer aldığı üzere “Kuran’ın mahlûk olmadığı” şeklinde olduğunu göstermektedir.[44]
[1] Sahabe arasında yaşanmış olan bir takım ihtilafları topluca bir mütalaa için Bkz. Şah Veliyyullahed-Dihlevî, el-İnsâf fî Beyân-i Esbâbi’l-İhtilâf, s. 15-32, (Thk: AbdülfettahEbû Gudde) Daru’n-Nefâis, Beyrut-Lübnan, 1983, B.III, Ali el-Hafîf, Esbabu İhtilâfi’l-Fukahâ, s. 18 vd. Daru’l-Fikri’l-Arabî
[2] Bu meyanda estirilen bir takım şüphelere karşı kâfi ve vâfî cevap mahiyetindeki tahliller için Bkz. Muhammed Avvâme, Edebu’l-ihtilâf, s. 110, Daru’l-Yüsr, Daru’l-Minhâc, Cidde, 2009, B.VI
[3] Ramazan Efendi, Şerhu’l-Akâid, s. 17, MektebetuSeydâ, Diyarbakır, 2012, B.I
[4] Bu konuda nakledile gelen “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” şeklindeki hadis, her ne kaar manası itibarıyla sahih ise de Hz. Peygambere nispet edilmesi çok doğru gözükmemektedir. Bu manadaki sözler kibar-ı kelam olarak seleften nakledilmiştir. Bkz. es-Sehavî, el-Makasıdu’l-Hasene, s. 46-47 Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan 2006, B.II
[5] M. Zahid el-Kevserî, Makalât, s. 184 (Havle Fikreti’t-Takrib beyne’l-Mezâhib) el-Mektebetu’l-Ezheriyye
[6] Hadisin sübutu ile ilgili Bkz. M. Zahid el-Kevserî, et-Tabsîr fi’d-Dîn Mukaddimesi, (Mukaddimâtu’l-İmami’l-Kevserî içerisinde) s. 112 vd. Daru’s-Selâm, Kahire, 2012, B.I
[7]Zeyneddin el-Makdisi, Ekâvîlu’s-Sikât fî Te’vîli’l-Esmaive’s-Sıfât, s. 58 Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1985, B.I
[8] Bu zat, Allah Teâlâ’nın Hz. Musa ile konuşmadığını, İbrahim Aleyhisselam’ıhaliledinmediği gibi indinden istinbet ettiği meseleleri savunmuştur. Halife Mervan da Kur’an’ın mahluk olduğu ve Kader diye bir şeyin bulunmadığı görüşünü bu İbn Dirhem’ den aldığından dolayı “el-Ca’dî” diye lakaplanmıştır. Bkz. Ziriklî, el-Â’lâm, II/ 120 Daru’l-İlim, Beyrut-Lübnan, 2002, B.XV
[9]Zehebî, SiyeruA’lâmi’n-Nübelâ, V/ 433 Müessesetu’r-Risale, Beyrut-Lübnan, 1982, B.II
[10]Ca’d b. Dirhem’in ölümüyle ilgili, Hatib-i Bağdâdî’ nin de Tarih-i Bağdâd’ ında naklettiği şu mühim hadise burada aktarılmalıdır:Halid b. Abdullah el-Kasrî, Kurban bayramı gününde hutbe vermiş ve “Kim isterse kurbanını kessin ve Allah mübarek etsin. Ben ise Allah Teâlâ’nın Musa Aleyhisselam ile konuşmadığını savunan Ca’ d b. Dirhem’ i boğazlayacağım” demiş ve minberden inerek onu kesmiştir. İbnAsâkir, Târihu Dimeşk, XVI/ 137 Daru’l-Fikr, Beyrut-Lübnan 1995
[11] Bu zat Ebu Yusuf’un önde gelen talebelerinden olup ondan birçok rivayetleri olan birisidir. Kendisi Mu’tezilî birisiydi. Daha sonra “el-Merîsî” takısı onun gibi düşünüp, onu taklit edenlere isim olmuştur. Bkz. Abdülkadir el-Kuraşî, el-Cevahiru’l-Mudîe, s. 110-111 Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan 2005, B.I
[12] İmam Zehebî’nin de kaydettiğine göre Bişr el-Merîsî savunduğu bu görüşten dolayı Harun Reşit döneminde yakalanmış ve kendisine işkence yapılmıştır. Zehebî, Mîzanu’l-İ’tidâl, II/ 35 Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan 1995, B.I
[13]İbnKesîr, el-Bidâye
[14]Kur’an,Zühruf 3
[15] Kur’an, En’âm 1
[16] Kur’an, Hûd 1
[17]İbnCerir et-Taberî, Tarihu’r-Rüsulve’l-Mülûk, VIII/ 632-633Daru’l-Meârif, Mısır B. II
[18]İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh,VI/ 3 Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan 1987, B.I
[19] Abdülaziz el-Kinânî, el-Hayde ve’l-İ’tizâr, Mektebetu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Medine-i Münevvere, 2002, B.II
[20]İbnu’l-Esîr, a.g.e. VI/ 4
[21]İbnu’l-Esîr, a.g.e., VI/4
[22]İbnKesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XIV/ 211, Hicr, 1997, B.I
[23] Zühruf 3
[24] Zikredilen ayeti kastediyor.
[25]ez-Zehebî, Târîhu’l-İslâm, XV/ 22-23 Daru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan 1991, B.I
[26]Celalettin es-Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 268 Matbaatu’s-Saade, Mısır, 1952
[27]Taberi, VIII/ 648-649
[28] Kadı İyaz, el-İlma’ındaAhmed b. Hanbel’in oğlu Salih’ten şunu nakleder: Halife Mu’tasım babama dönerek “İbnEbîDuâd ile konuş” dedi. Babam ondan yüzünü (başka tarafa) çevirerek “Kendisini hiçbir âlimin kapısında görmediğim biriyle nasıl konuşabilirim” dedi. Bkz. Muhammed Avvâme, Edebu’l-İhtilâf, s. 163
[29]es-Sübkî, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübrâ, II/ 43 Daruİhyâi’l-Kütübi’l-Arabiyye, Kahire, 1918
[30]İbnKesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XIV/ 310-315
[31] Zaten Kur’anınmahlûk olduğu şeklindeki iddianın ne denli tutarsız olduğuEsed b. Furat’ın şu özüyle de çok net bir biçimde açığa çıkmaktadır: “Ehl-i bidataveyl olsun. Onlar Allah Teâla’nın kelamını yarattığını zannediyorlar. O zaman Allah Teâla’nın Musa Aleyhisselam’a buyurduğu “Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle! Şüphe yok ki ben Allah’ım ve benden başka ilah yoktur” (Taha 12-13) şeklindeki bu mahluk kelamı da ilah olduğunu iddia etmiş oluyor!!” (Haşa) Bkz. Aburrahman b. Süleymen er-Rumi, Meseletu Halki’l-Kur’an, s. 42-43 Mektebetu’t-Tevbe, Riyad, 1417 B.I
[32]İbnKayyimi’l-Cevziyye, Kitabu’r-Rûh, s. 65 DâruİbnKesîr, Dımeşk, Beyrut 2011, B.VIII
[33] Bkz. İbnu’l-Cevzî, MenakibuAhmed b. Hanbel, s.206 vd.
[34] Bkz. Hanbel b. İshak, Zikru Mihne, s. 13 Yayınevi: Yk, 1983, B.II
[35]Hanbel b. İshak,a.g.e. s. 14
[36]Abdülğani Dakr, Ahmed b. Hanbel, s. 175 Daru’l-Kalem, Dımeşk, 2009, B.I
[37]İbnAsakir, Tarihu Dımeşk, V/ 278 Beyrut-Lübnan, 1995
[38] Aslında İmam’a asılsız bir şekilde nispet edilen akide sadece bundan ibaret değildir. Zira İmam’ın “Risale” sinin konusunu teşkil eden İrcâ itikadı da ona manası açısından saptırmayla izafe edilen bir inançtır. Bu konuyla ilgili doyurucu tafsilat için Bkz. Abdülhayy el-Leknevî, er-Ref’u ve’t-Tekmîl fi’l-Cerhi ve’t-Ta’dîl, s. 352-373 Daru’s-Selam, Kâhire, 2009, B. IX
[39] İbnAbdilber, el-İntika, 150-152, Amr Abdül-Mün’im, el-İmam Ebu Hanife ve Nisbetuhu ila Halki’l-Kur’an, s. 17, Daru’z-Ziya, 2007, B.I
[40] Bkz. Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, XIII/385, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan
[41]el-Bağdadi, a.g.e.,a.y.
[42] Bkz. M. Zahid el-Kevseri, Te’nibu’l-Hatib, s. 78 Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut-Lübnan
[43]el-Kevserî, a.g.e., s. 79 Te’nib’i okuyanların da malumu olduğu üzere Hatib el-Bağdâdî Ebu Hanifeyle ilgili bu konuda müteaddit rivayetler getirmiştir. Ve bu rivayetlerin hepsi İmam el-Kevserî tarafından enfes bir şekilde tenkid edilmiştir.
[44] Bkz. Ebu Mansur el-Maturidi, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 34 vd. Katar, Kemaleddin el-Beyadi, İşaratu’l-Meram, s. 138 vd. Daru’l-Kitabi’l-İslami, İstanbul-Türkiye, 1949, B.I
Cevapla
Yorumları Görüntüle