Toplumlar üzerinde ifsada yönelik muhtelif projeler tasarlayanların, insanlığı nasıl ifsat edebilecekleri üzerinde kayda değer kafa yorduklarını söyleyebiliriz. Bu hedefle çıktıkları yolda, kadının çift taraflı bir bıçak gibi olduğunu, toplumların hem ıslahı hem de ifsadı yönünde kullanılabilecek bir cazibeye sahip olduğunu çok iyi bilmekteydiler.[1] İnsan şeytanları mesabesindeki bu odaklar kadının baştan çıkaran bu cazibesini şer yönde kullanarak şehvetten gayrı bir derdi olmayan, nikahı önemsemeyen, zina ile iç içe yaşayan toplumlar bütünü oluşturmak için harekete geçtiler.
Lazım olan şey sahte bir slogandı:
Erkeği, kadın peşinde koşturan, onu elde etmek için hayatı dahil her şeyi feda edebilmeyi göze alabilen bir obje olarak gösterip kadına insanüstü bir rol vermeyi amaçlayan bu projeye bir slogan lazımdı sadece. Zira, algılar üzerine kurulmuş modern dünya bütün fuhşiyatını algı yönetimleriyle kabul ettirmekteydi cemiyetlere. Bu sayede dünyadaki en rezil işi en çok rağbet edilen ve peşinde koşulmasıyla iftihar edilen bir ameliye haline getirebilmekteydi. Bu propagandayı başarılı şekilde yürütebilmenin yollarından en güçlüsü de medya organlarını aracı olarak kullanmaktı.
Nitekim öyle de oldu. Kapitalist anlayışın hakim olduğu çarpık düzen kadın figürü üzerinden sapkın ve şehvet peşinde koşturan bir insanlık modeli ihdas etmişti. Bunu oluşturabilmesinin önündeki en büyük engel de İslam’ın kadına yönelik getirdiği hükümlerdi. Zira İslam, kadını, küçükken diri diri gömülen, alınıp satılan, köle muamelesi gören, zorla varis olunan[2] ve türlü sapıklıklarda aracı olarak kullanılan bir furyadan çekip almış ve ona yaratılış amacına uygun bir misyon yüklemişti. İslam’a göre kadın, özenle muhafaza edilmesi gereken bir mücevher mesabesinde olduğu için yabancı erkeklerin serbest şekilde onunla muhatap olması yasaktı. Keza kadın dışarıya çıktığında tanınıp serkeşlerin sataşmalarına maruz kalmaması için cilbab giymeliydi. Ve hilkat itibarıyla nazik ve naif yaratıldığından dolayı seferi mesafeye çıktığında yanında mutlaka onu hıfz-u himaye edecek bir mahrem bulunmalıydı.
İslâmî hükümler asrın tahribine engeldi:
İslam’ın kadını istismar edecek sapkın zihniyetlerden koruma maksadıyla vaz ettiği bunlar ve benzeri hükümler kadın üzerinden piyasa oluşturan ve kadını şehveti tatmin aracı olarak gören kapitalist anlayışın önündeki en büyük engeldi. Bu sebeple medya gücünü elinde bulunduran bu sapkın anlayış İslam’ın kadınlara yönelik “evlerinizde karar kılın” şeklindeki emrini “eve hapsetme” başlığıyla kamuoyuna servis etti. Keza Allah U’ın cilbab emrini de “özgürlüğü kısıtlama” şeklinde sundu insanlığa. Zira onun özgürlükten anladığı şey, kendi havuzuna para akıtma projesine dolaylı dolaysız hizmet edecek hemen her şeydi. Bu hususta kadının yaratılıştan gelen cazibesi de bulunamayacak bir nimetti onlar için.
Kadının ulaşılamazlığı kaldırılmalıydı:
Tilkilerin tavukları avlayabilmek için “yaşasın tavukların özgürlüğü, kahrolsun kümesler” şeklindeki sloganı gibi “kadına özgürlük” söylemleriyle İslam’ın getirdiği kadına ulaşılamazlık hükümlerini kaldırmak istediler her şeyden önce. Zira kadına kolay ulaşılabildiğinde proje olarak tasarlanan her şey kendiliğinden peşi sıra sökün edecekti. İslam aleyhinde yürüttükleri kara propaganda ile kavramlar üzerinde oynama yaptılar. İlk önce güzeli çirkin, çirkini güzel, marufu münker, münkeri maruf gösterdiler insanımıza. Hanımlar kendilerini onların namus yobazlığından en güzel muhafaza edecek çarşafı giymesinler diye çarşafa “kara çarşaf” dediler.
İslam’a göre kadın bir medrese idi. İyi yetiştirilip topluma kazandırıldığında ardı sıra tertemiz ırkları eğitebilecek koca bir medrese…[3] Kadının evinde çocuklara annelik yapmasını ve cemiyete nefer yetiştirmesini tahkir edip “kölelik” olarak niteleyenler, kendi çocuklarını ihmal ederek herhangi bir kreşte veya okulda başkalarının çocuklarına ders vermesini yere göğe sığdıramadılar. Özgürlük denen şey tam da buydu onlara göre. Kadının kendi evinde kocasına hizmet edip onun sevgi ve muhabbetini kazanması “esirlik”, ev haricinde patronunun bin bir türlü nazına katlanıp eza ve cefasına tahammül göstermesi “hürriyyet” idi.
Beyaz siyah, siyah beyaz yapıldı:
Kadının öz be öz çocuklarına hizmet etmesi “esaret”, iş yerinde tanımadığı insanlara üç kuruş para için çay- kahve ikram etmesi, sofra hazırlaması “egemenlik”ti. Aslında bütün bunlar kocaman bir yalandan ibaretti. Zira ortada ne kölelik olarak nitelenenlerin kölelik olması ne de özgürlük olarak gösterilenlerin özgürlük olması vardı. Ortada olan tek gerçek, baronların ceplerini doldurabilmeleri için cazibesinden istifade edilmesi gereken kadın figürü oluşuydu. Bu istifade için de kadını ulaşılmaz kılan ne kadar etken varsa algı yönetimleriyle yok edilmesi lazımdı.
Beyazı siyah, siyahı da beyaz gösterebilecek kadar kavramları ters yüz eden bu keşmekeş furyasında, olan yine kadına olmaktaydı. Zira İslam’ın kendisine bahşettiği hakiki izzeti terk ederek, algılar sebebiyle şeref zannettiği modern zilletin pençesinde olan da ondan başkası değildi. Feminist hareketlerin “beden benim karar benim, emanet değil sadece insanım” gibi sloganlarıyla benlik duyguları tahrik edilerek yaratana karşı bile olsa otorite tanımaz bir “ilahlık” iddiasına itilmek isteniyordu kadın. Nitekim feminizme yönelik daha gerçekçi bir tarif yapmak gerekirse “kadının ilahlaştırılması” olduğunu söylememiz yanlış olmaz.
Gelinen nokta: İki meş’ûm zihniyet:
En nihaye kadın ve özgürlük sloganlarıyla başlayan süreç iki sınıf anlayışın doğmasına müncer oldu. Kimileri dinle ilgisi olmayan insanlar olduğu için Allah U’a karşı da olsa mutlak bir hürriyetin savunucusu oldular. Onlar için Allah U’ın kadına yönelik vaz ettiği örtünme, mahremle seyahat etme, mirastan yarım pay alma, şahitlikte iki kişi olma gibi zorunluklar hiçbir anlam ifade etmiyordu. Erkek ve kadın cinsinin yaratılışına, misyonuna uygun vaz edilen bu ahkamın illet ve hikmetlerinden cahil oldukları için hakikate kazan karası gözlerle bakmaktaydılar. Onlar için bir tek gerçek vardı: O da anlamını dahi bilmedikleri “özgürlük” ezberiydi. Kul olmanın acziyetini hayatlarının her anında bütün boyutlarıyla yaşıyor olmaları dahi uyandıramıyordu onları. Tırnaklarının büyümesine hakim olamayışları, çok sevdikleri bedenlerinin hasta olmasına mani olamayışları, günde birkaç kez kazayı hacete çıkmaya mecbur oluşları gibi bin bir türlü acizlik mutlak anlamda bir özgürlüğün katıksız bir yalandan ibaret olduğunu haykırmaktaydı. Fakat hakikate karşı kör ve sağır olan gözleri ve kulakları bunları algılayabilecek durumda değildi. Bildikleri tek şey, ağızlarına pelesenk ettikleri “özgürlük de özgürlük”tü.
Diğer grup ise muhafazakâr kesimdi. Bu sloganlar esasen onların da kulaklarına pek hoş gelmişti. İslam’ın kadına yönelik getirdiği hükümleri uygulamakla asrın isyankar anlayışına ayak uydurmak arasında sıkışıp kalmışlardı. Kadın merkezli oluşturulan mecralara onlar da ayak uydurmak istiyorlardı. Ne var ki bir kalemde silip atamayacakları gelenek ve mazileri buna engel teşkil ediyordu. Bu güruh da çareyi İslam’ın kadına yönelik getirdiği hükümlerin “tarihsel olduğunu”, yahut “bugüne dek yanlış anlaşıldığını” savunmakta buldu. Onlara göre Kur’an’ın emirleri o günkü şartlara ve ortama göre nazil olmuştu. Söz gelimi o zamanki kadınlar bugünküler kadar zeki ve maharetli olmadıklarından bir kadının şehadeti kâfi kabul edilmemişti. Ama bugün kadınlar artık hayatın içinde daha aktif halde bulunan ve bazı önemli (!) mevkilerde bile görev alabilen insanlardı. İslam’ın o zamana yönelik koyduğu hükümlerin aynıyla bu zamana tatbiki muhaldi.
Kadın özgürleştikçe (!) paramparça olan aileler:
Bunlar gibi nice şeytânî gerekçelerle Müslüman kadını da özgürlüğe (!) kavuşturdular. Ne var ki iş sloganlarla bitmiyordu. Bunun için büyüklerimiz “âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” demişlerdi. Bu nedenle, kadınlar “özgürlük” dedikçe, yaratılış amacı ve aslî vazifelerini bir bir terk ettikçe cemiyetler bozuldu. Aileler tarumar oldu. Mahkemeler boşanma davalarına yetişemez oldu. Annelerin terbiyesinde yetişmemiş çocuklar hırsız ve cani olarak katıldı topluma. Kadın özgürleşip (!) açıldıkça toplumda zina yaygınlık kazandı. Zira kadının yaratılıştan gelen cazibesini kullanan medya organları toplum fertlerine hemen her an anadan üryan görüntüler ve yatak sahnelerini izletip buna teşvik ettiler. Bütün bunların doğal sonucu olarak yozlaşmış ve günah bataklığına saplanmış cemiyetler baş gösterdi.
Ez cümle:
Kadın ve özgürlük başlığı altında yazılabilecek çok şey varsa da bize tahsis edilen sınırlı bir yazıda durum özetlemesi yapmış olduk. Bu noktada kavramamız gereken yegane hakikat şudur:
Kadın, İslam’ın kendine yönelik vaz ettiği kanunları tatbik ettiği sürece müstakim bir hayat yaşar. Zira bu hükümler onu yaratan ve yaşatan tarafından konulduğu için fıtratına uygundur. Bunun dışında kadına yönelik getirilen şeytani uygulamalar ve projelerin tamamı, onun cazibesinden istifade ederek para kazanma amacına matuftur. Bugün feminist çevrelerin sıkça dillendirdiği “özgürlük” tam da budur. Bu yüzden aynı çevrelerin, İslam coğrafyasında zalim kafirlerin çizmeleri altında inim inim inleyen, zorla ırzına geçilen, hapishanelerde çürütülen binlerce mümine kadın için fısıltı bile çıkarmadıklarını görürsünüz.
[1] Muhammed b. Ahmed İsmail el-Mukaddem, el-Mer’e Beyne Tekrîmi’l-İslâm ve İhâneti’l-Câhiliyye, Kahire, 2005, Baskı: I, s. 14
[2] İbn Ebî Hatim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Mektebetu Nizar Mustafa el-Bâz, 1419, Baskı: III, III/902; İbn Cerîr et-Taberî, Cami‘u’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân, Müessesetu’r-Risâle, 1420, Baskı: I, VIII/104; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Daru Tayba, 1420, Baskı: II, II/239; es-Se‘âlebî, Abdurrahman b. Muhammed, el-Cevâhiru’l-Hisân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabi, Beyrut, 1418, Baskı: I, II/194
[3] Nitekim şair bu gerçeği “الْأُمُّ مَدْرَسَةٌ إِذَا أّعْدّدْتَهَا أَعْدَدْتَ شعْبًا طَيِّبَ الْأَعْرَاقِ” sözleriyle başlayan enfes bir şiirde dile getirmektedir. Muhammed Mahmud el-Hicâzî, et-Tefsîru’l-Vâzıh, Daru’l-Cîli’l-Cedîd, 1413, Baskı: X, s. 144
Cevapla
Yorumları Görüntüle