Mü’minin Zihin Dünyasında Bela ve Musibetler

Hedef ve gayesini ahirete sabitlemek ve dünyadan da nasibini unutmamakla emrolunmuş kişidir Mü’min.[1] Hayatını bu minval ve düstur üzere yaşamakla mükellef kılınmış Mü’min için tüm ahvâl ve şerâit içinde tevekkül ve sabırla hareket etmek istikameti için temel esaslardan biridir. Zira Mü’min, başka bir açıdan bakıldığında zahiren hoşuna gitmeyen şeylerin bazen hayırlı, çokça talep edip heves ettiği şeylerinse kimi zaman hakkında şerli olduğuna dikkat çeken bir kitaba[2] iman etmiştir.

Yaşadığımız hayat içinde başımıza gelen hemen her vakıaya karşı nasıl bakmamız gerektiği yönünde aslî kaideler olarak niteleyebileceğimiz noktalara dikkat çekmektedir Kur’an ve Sünnet. Ne var ki, bir çok noktada yaşadığımız köklerimize yabancılaşma, müktesebatımızdan uzaklaşma musibeti fikrî alanda da vurdu bizleri. Öyle ki, bugün karşılaştığımız hadiselere Allah Resulü ﷺ’nün göstererek tayin buyurduğu zaviyeden değil de, bilcümle “izm”lerin farkına vardığımız veya varamadığımız şekilde zihinlerimizi şekillendirdiği perspektiflerden bakmaya başladık. Müşahhas bir mevzu çerçevesinde bu durumu ele alacak olursak, Mü’minin musibetler karşısındaki tavrı ve duruşunun nasıl olması gerektiği şeklindeki sorunun cevabını da hangi kaynakta arayacağımızı bilemez hale geldik.

Musibetlerin Nevileri

Kur’an-ı Kerim’in onlarca kez tekrar etmekle vurguda bulunduğu “musibet” mefhumu Mü’min için hayatını istikamet üzere tanzim edebilmesi adına çok önemlidir. Hatta bir başka deyişle, musibeti güzel anlamanın, onu zihnî dünyasında sağlıklı bir zemine oturtmanın Mü’min için hem dünyası hem de ahiretini kurtarma vesilesi olduğunu da söyleyebiliriz. Zira, musibeti veren Allah ﷻ, ona nasıl bakmamız gerektiğini de muhtelif ayetlerle ve Resulü ﷺ’nün beyanlarıyla bizlere öğretmiştir. Böylece, başa gelen musibetlere Allah ve Resulü ﷺ’nü razı edecek şekilde mukabelede bulunmak hem dünyada huzurlu bir şekilde yaşamamızın teminatı hem de ahirette bunu Cennet sermayesi kılabilmemizin vesikasıdır.

Kur’an ayetlerinin muhtelif bağlamlarda yer verdiği musibet örneklerine baktığımızda ilgili musibetlerin zaman zaman Tufan, [3] yere batırma,[4] kavimlerin köklerini kazıyan rüzgar,[5] çekirge, bit, kurbağa ve kan istilası olarak insan ve hayvan ayrımı yapmaksızın umumi olarak geldiğini, bazen de sadece zulmedenleri yakalayan korkunç bir gürültü şeklinde[6] hususi olarak geldiğini, kimi zaman da, Kârun’un yere batırılması,[7] Sâmirî’nin ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanması[8] gibi muayyen olarak belli kişilere geldiğini müşahede etmekteyiz.

Musibetler Neden Gelir?

Musibetlerin nevilerinden ziyade başımıza gelme sebepleri noktasına odaklanmamız daha öncelikli bir husustur. Bu sadette, Kur’an ayetlerine baktığımızda, musibetlerle ilgili âyetlerin bütünü, insanların başına geliş nedenlerinin de farklı olduğunu göstermektedir. Nitekim bu farklılığı şöyle bir tasnifle zikretmenin meselenin daha iyi kavranabilmesi adına faydalı olacağına inanıyorum:

     1.Fıtrata Muhalefet Sebebiyle Gelen Musibetler

Cenâb-ı Hak, kullarını belli bir fıtrat üzere yaratmış ve Allah Resulü ﷺ’nün şahsında bütün insanlığa o fıtrata uygun bir hayat yaşamayı emir buyurmuştur.[9] Şeytan ve nefsin fıtrata aykırı telkinleriyle baş başa bırakılarak imtihana tabi tutulan ademoğullarının kahir ekseriyeti en başta küfür yolunu tercih ederek yaratılış amacına muhalefet etmiştir. Her kulunu hakkı kabul edip batıldan ictinab etmek fıtratı üzere yaratan Allah ﷻ’ın değil de Şeytan’ın yolunu tercih etmenin baştan sona sorumluluktan ibaret olan bu hayatta elbette bir karşılığı olacaktır. Kur’an’ın musibetler sadedinde zikrettiği bazı ayetlere baktığımızda bir kısım musibetlerin doğrudan bu sebeple insanların başına geldiğini görüyoruz.

Bu noktaya başka bir açıdan bakarak şöyle de diyebiliriz: İnsanı mükemmel bir biçimde inşâ eden Cenab-ı Hak, gönderdiği peygamberler ve kitaplarla uzuvlarını nerde ve nasıl kullanması gerektiğinden hayatının tüm alanlarına varıncaya kadar ona yol göstermiştir. Bugün demirden üretilen makinelerin dahi kullanım klavuzlarında bulunan esaslara riayet edilmeyip amaçlarının dışında kullanıldıklarında kısa zamanda nasıl bozulduklarına şahit olmuyor muyuz? Şu halde, daha fazla para kazanabilme adına fıtrat, sağlık, sıhhat vb. değerleri hiçe sayarak ekin ve nesiller üzerinde ifsat projeleri geliştiren kapitalist zihniyetli para baronlarının ve medya gibi saiklerle zihinleri maddeci anlayışla iğdiş edilmiş günümüz insanının başına gelen musibetlerdeki yegane sebep yine “insan”dır. Yani günümüz insanı, kendi tercihiyle saptığı fıtrattan uzak yaşamın kendi başına ördüğü ağın keşmekeşi içinde adeta kıvranmaktadır. Rabbimiz bu durumu şöyle ifade buyurmaktadır: “Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”[10]

Daha fazla para elde edebilme gayesiyle betonarme gökdelenlerin dört bir yanını kapladığı şehirlerin, zamanla meydana gelen depremlerle moloz yığınına dönmesi, dünya tamahı ve hırsıyla haram para kazanma serüvenlerinin nihâî olarak telafisiz hüsranlarla sonuçlanması gibi bilumum hadiseler hep bu kabildendir. Oysa Cenab-ı Hak, insanoğluna bu musibetlerle karşılaşmaması için yemeyi içmeyi, imarı mübah dairesinde tutmasını, israfa kaçmamasını, nimetlerden itidal üzere istifade etmesini aksi takdirde gazab-ı ilâhiye muhatap olacağını haber vermekteydi: “Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yeyiniz, bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra sizi gazabım çarpar. Her kim ki kendisini gazabım çarparsa, hakikaten o, yıkılıp gitmiştir.”[11]

     2. İmtihan Maksadıyla Gelen Musibetler

Bir imtihan yurdu olarak niteleyebileceğimiz içinde bulunduğumuz bu hayatta  Allah ﷻ bizi “korku, açlık, mal, can ve ekin eksilmesi şeklinde beş şey ile imtihan edeceğini haber vermekte  ve sabredenlerin müjdelere nail olacağını ifade buyurmaktadır.[12] Bu anlamda mü’min, başına gelen musibetlere günümüzdeki yaygın anlamıyla bir “bela” olarak değil de Allah ﷻ’ın onun hakkında takdir buyurduğu hayırlara ulaşabilmesinin bir vesilesi olarak bakmalıdır. Ayrıca musibet, nimetlerle şımarmaya kabil olarak yaratılmış insanın olgun hale gelebilmesinde önemli bir sebeptir. Demiri, şekil verilmeye uygun hale getiren ateş misali, musibetler de insanı kâmil olmaya elverişli hale getirmektedir. Bu sebeple Mü’min, zuhur eden musibetleri bir fırsat olarak da bilmeli ve gerekli ibretleri alarak manen terakki etmelidir.

Mü’min için sadece kolaylığı dileyen Cenab-ı Hak, ona verdiği musibette elbette onu zora sokmayı irade buyurmamaktadır. Bu anlamda mümin olarak bizler, başımıza gelen musibetlerin her şeyden önce kendi günahlarımız sebebiyle olduğunu ve çoğunu da Allah ﷻ’ın affettiğini,[13] dilimizle söylediğimiz iman ettik sözünü fiilimizle de tasdik etmemiz için bize bazı musibetlerin geldiğini[14] münafıklardan ayrılabilmemiz için bazı imtihanlardan başarıyla geçmemiz icap ettiğini[15]unutmamalıyız. Bu minvalde tabi tutulduğu imtihanlar karşısındaki insanoğlunun tepkisini Allah ﷻ şöyle ifade buyurur: “Rabbi onu imtihan edip kendisine ikramda bulunsa o vakit der ki: «Rabbim bana ikram etti. Amma onu imtihan edip de rızkını darlaştırdığı vakit de der ki: «Rabbim bana ihanet etti.” [16]

       3.Caydırma Maksadıyla Gelen Musibetler

Temiz olmayan bir halıya şiddetli darbelerle vurarak onun kirini almaya çalışan insan misali Cenab-ı Hak da kimi zaman mümin kulunun manevi kirlerini ona verdiği musibetlerle alır. Zira insanı yaratan Cenab-ı Hak, onun hangi yolla alışageldiği günahlarından ve tutmuş olduğu yanlış istikametten döneceğini en iyi bilendir. Şu da bilinmelidir ki musibetin insanı caydırabilmesi için şart olan şey; iman etmiş ve katılaşmamış olan bir kalptir. Aksi takdirde imandan mahrum olup da Kur’an’ın tabiriyle “mühürlenmiş kalpler”in musibetten de ders çıkarması beklenemez. Zira bunlar Allah ﷻ katında en cahil insanlar zümresine dahil olduklarından dolayı teyakkuza sebep olacak ilimden de mahrumdurlar.

Bu sebeple, günümüzde meydana gelen Corona virüsü vb. gibi salgın hastalıklar ve başka belalar karşısında hala küfründe ısrar eden, dini hafife alan, bu musibetlerin sebepleri üzerinde konuşurken “günahlarımız” dışında hemen her sebebi detaylıca anlatan seküler ve hastalıklı zihniyetin bu belalardan ibret almasını beklemek beyhûdedir. Nitekim, beladan ibret almak da Allah U’ın, telafisi olmayan ebedi bir hayata intikal etmeden önce kuluna hatalarını telafi edebilmesi bahşettiği bir nasiptir. Dinine amansız düşman kesilmiş kişilerin böyle bir lutf-i ilâhîden pay almaları elbette düşünülemez.

Aksine bunların akıbeti, belli bir zaman kadar takdir edilmiş bir mühlet ve istidrac olması için daha da geniş dünyevî imkânlara sahip olmak ve tam bu durumun verdiği keyifle sarhoş olmuşken ansızın gelen bir azapla helak olmaktır. Şu âyet-i celileyi hatırlayalım: Hiç olmazsa, onlara bu şekilde azabımız geldiği zaman boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaştı ve şeytan da onlara yaptıklarını câzip gösterdi. Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.[17]

       4.Manevi Mertebenin Ortaya Çıkması İçin Gelen Musibetler

Bazı musibetler de günahlara mukabil olmayıp, Allah U’ın seçmiş olduğu Peygamberler ve velileler gibi kulların manevi mertebelerinin yükselmesi için gelmektedir. Allah Resulü r’nün, belaların en şiddetlilerinin evvela peygamberler sonra mertebesine göre diğer insanlara geldiği şeklindeki hadisi[18] de bu hakikate işaret buyurmaktadır. Zira, hadiste Efendimiz r kişinin, dini yaşamasının kuvvetine göre imtihana tabi tutulacağını; dinini iyi yaşayanın belasının daha şiddetli olacağını, dini yaşamakta zafiyet gösterenin ise daha az belaya dûçar edileceğini bildirmektedir.[19] Dolayısıyla bu türden gelen musibetlerin diğer türlerle bir ilgisi olmadığı ve esasen tam manasıyla bir lutf-i ilâhiden ibaret olduğu da anlaşılmış olmaktadır.

Kavramları Karıştırmamak Gerek!

Dine yönelik bilginin internetten öğrenilebildiği kadardan ibaret kaldığı müthiş bir cehalet furyasıyla karşı karşıya olduğumuz bugün itibarıyla bir hakikat. Bu cehaletin tezahürlerinden biri de husûsen Corona virüs musibetiyle ilgili bazı modernistler tarafından ortaya atılan şu itiraz olmuştur: Musibetleri, günahların bir karşılığı olarak göstermek doğru değil. Zira peygamberlerin başına da musibetlerin geldiği Kur’an’da zikrediliyor.

Diğer bütün mevzularda olduğu gibi bu konuda da kavramları, meseleleri birbirine karıştıran bu zümre, dünyayı çepeçevre kuşatan, para gücüyle insanlığı rehin alabileceğini zanneden ilahlık iddiasındaki devletleri bile aciz bırakan, zevkine hayli düşkün günümüz seküler insanını ölüm korkusuyla evlere hapseden bu belanın yakın tarihte akıtılan Müslüman kanlarının, tarumar edilen evlerin, ırzına geçilen mümine kadınların, öldürülen masum çocukların, canına kıyılan milyonlarca Müslümanın, kısacası arşa dayanan zulümlerin bir cezası olarak başımıza geldiğini kabullenmek istememektedirler. Bunu da, Peygamberlere de bazı musibetlerin verildiğini beyan eden ayetleri gerekçe göstererek iddia etmektedirler. Oysa yukarıda zikrettiğimiz tasniften hareket ettiğimizde, Kur’an’ın musibetler bağlamında yer verdiği ayetlerin yeknesaklık arz etmediğini, peygamberlere verildiği ifade edilen musibetlerin sadece belli ayetler tarafından konu edildiğini rahatlıkla görmekteyiz.

Kur’an “Bekleyin” dedi. Bekledik ve Gördük.

Başımıza gelen her şeyin günahlarımız sebebiyle olduğunu beyan eden Kur’an’a rağmen, medyadaki ağırlıkları sebebiyle ucuz bilim muhabbeti yapan ateistlere şirin görünebilmek maksadıyla “bu işleri dinle ilişkilendirmeyelim” cümleleri kuran ezik Müslümanlarla başımız hayli dertte. Dünyayı yokluğa götürecek binlerce zulme sadece seyirci kalan, dünyevî meşgalelerle gününü gün eden, heva ve arzusunun peşinde gündelik hayat yaşamaya alışmış, nefs-i emmâresinin azgın isteklerini temin edebilmeyi yaşama gayesi haline getirmiş, müzikle hemhal olmaktan dolayı zikrullahı unutmuş, namazı hayatından silmiş, ahiret diye bir yurdu sadece telaffuzda kalmış bir ümmetin sonu mükâfât mı olacaktı Allah aşkına?

Allah ﷻ’ın vaz ettiği hükümlerin muattal bırakıldığı, Müslümanların bir hiç kabul edilmesi sebebiyle  Resulüllah ﷺ’ı tahkir eden görsellerin rahatça yaygınlaştırılabildiği, zulmün, hayasızlığın, fuhşun, içkinin, faizin neredeyse her yeri sardığı bir dünya umumî felaketlerden başka neye gebe olabilirdi ki? Buna rağmen hakikatle yüzleşmekten kaçarak buna da Kur’an’ı mesnet kılmaya çalışan sözüm ona “din adamları” vallahi hesap veremeyecekler. Artık müminlere, Kur’an’da anlatılan musibetlerin geliş sebepleri, eski kavimlerin helak olma nedenleri, günahların neden olduğu felaketler çok daha mufassal bir şekilde anlatılmalıdır.

Bu vesileyle ifade edelim ki, dünya genelinde milyonlarca Müslüman öldürülürken, evinden barkından olurken, vatanından haksız yere sürülürken, binlerce Müslüman bacımız gavurların tecavüzüne uğrarken, masum hayvanlar kapitalizmin vahşi hedefleri uğruna toplu halde katledilirken, çocukların derileri canlı canlı yüzülürken üç kuruş dünyevî menfaat elde etmek ve daha müreffeh bir hayat yaşayabilme adına taviz üstüne taviz veren biz müminleri de sardı artık bu musibet.

Kur’an bekleyin demişti çünkü. Din adına fedakârlık yapmanız, Allah U’ın kelimesini aziz kılmanız için seferber olmanız gerekirken, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evleriniz size Allah ﷻ’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin” diyordu Kur’an. Ve bugün Kur’an’ın bekleyin dediği musibetlerden belki sadece biriyle muhatap olmuş durumdayız.

Musibetler “Toparlanın” der bize.  

Bu nedenle bizler, her gün bir başkasına tanık olduğumuz ve hayretle müşahede ettiğimiz bu musibetlerin Allah ﷻ’ın şerlileri başımıza müsallat kılmasıyla tezahür ettiğini idrak etmeliyiz artık. Nitekim Allah Resulü ﷺ , cihadı bırakıp bineklerin peşine takılarak dünyacı olan ümmete, tekrar dinlerini yaşamaya karar verinceye kadar Allah U’ın büyük bir zilleti musallat kılacağını,[20] emr-i bi’l-marufu terk eden ümmetin başına yine Cenab-ı Hakk’ın en şerli insanları musallat edeceğini ifade buyurmaktadır.[21] Bütün bu hususlar bize, şahit olduğumuz musibetlerin tekrar toparlanmamız, eksiklerimizi telafi ederek dinimize sarılmamız, hakkı batıla ezdirmemek için seferber olmamız için ilâhî bir kamçı olduğunu hatırlatıyor.

Zira dünyasını imar edebilmek için haktan, hakikatten, dininden taviz veren bir ümmet olmanın bedelini ağır ödüyoruz ve ödeyeceğiz. Daha müreffeh fâni bir yaşama sahip olabilmek için ebedî hayatımızı umursamazca tehlikeye atan tavrımız, eski dünyevî hayatımızı bile aratacak belaların eşiğine itiyor bizleri. Sözgelimi, kira külfetinden kurtarabilmek için bir miktar dünyevi menfaat gözeterek faizle aldığımız evlerde mahbus kaldık şimdi. Birkaç lira daha fazla kazanabilmek için teşebbüs ettiğimiz caiz olmayan işler çok daha büyük maddî ve dünyevî musibetler açtı başımıza. Çünkü Hz. Ali t şöyle buyurmuştu:

لاَ يَتْرُكُ النَّاسُ شَيْئاً مِنْ أَمْرِ دِينِهِمْ لْإِسْتِصْلاَحِ دُنْيَاهُمْ إلاَّ فَتَحَ اللهُ عَلَيْهِمْ مَا هُوَ أَضَرُّ مِنْهُ

“İnsanlar, dünyevi imkanlarını iyi hale getirebilmek için din işlerinden hangisini terkederlerse mutlaka Allah U o terk ettikleri şeyden çok daha zararlısını (n kapısını) onlara açar .”[22]

Ez cümle, dünyacılık hastalığıyla sermest olmuş zavallıların hedef saptırmalarına bakmadan başımıza gelen musibetlere mümince bakarak ibret almasını bilelim.

Musibetler, “tevbe edin, Rabbi’nize yönelin ve toparlanın” diyor bize…

Öyleyse gelelim artık kendimize.


[1] Kasas, 77

[2] Bakara, 216

[3] Ankebût,14

[4] Hûd, 82-83

[5] Hâkka, 6-8

[6] Hûd, 94-95

[7] Kasas, 81

[8] Tâhâ, 97

[9] Rûm, 30

[10] Yûnus, 44

[11] Tâhâ, 81

[12] Bakara, 155

[13] Şûrâ, 30

[14] Ankebût, 2

[15] Âl-i İmrân, 154, 179; Ahzâb, 11

[16] Fecr, 15,16

[17] En‘âm, 43,44

[18] Hakim, el-Müstedrek, No: 120; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, No: 629; Bezzâr, Müsned, No: 1150; İbn Hibbân, Sahih, No: 2920;

[19] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/78, No: 1481;Tirmizi, “Kitâbu’z-Zühd”, No:2398; İbn  Mâce, “Kitâbu’l-Fiten”, No: 4023; İbn Hibbân, Sahih, No: 2901; Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, III/372, No:6772

[20] Bezzâr, Müsned, No: 5887; Taberânî, Müsnedu’ş-Şâmiyyîn, No: 2417; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IX/51; Ebû Dâvud, “Kitâbu’l-İcâre”, No: 3462; Beyhaki, es-Sünenu’l-Kübrâ, No: 11017

[21] Bezzâr, Müsned, No: 188; Heysemî, Mecma‘u’z-Zevâid, VII/526, No: 12134; Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, III/66, No: 5520

[22] Abdullah b. Mübârek, ez-Zühd ve’r-Rekâik, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, Ebû Sa‘d Abdülmelik en-Nîsâbûrî, Tehzîbu’l-Esrâr fî Usûli’t-Tasavvuf, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, Lübnan, s. 453; Muhammed el-Hudarî, İtmâmu’l-Vefâ, el-Mektebetu’s-Sekâfiyye, Beyrut, 1982, s. 129