Soru: Hocam haber-i vahid olan hadislerin akaidde hiçbir şekilde delil olarak kullanılmayacağını söylemek doğru mudur? O zaman öyle dersek akaid kitaplarımızdaki tüm konuların mütevatir hadislerle sabit olduğunu söyleyebilir miyiz? Burada yanlış anlaşılan bir nokta mı var? Aydınlatabilir misiniz?
Cevap: Kelâm literatüründe sıkça zikredilen, fakat zamanla yanlış anlaşılmalara konu olan meşhur bir ifade vardır: “Haber-i vâhid akîdede delil değildir.” Yüzeysel bir okuma ile bu söz, haber-i vâhidin itikadî meselelerde hiçbir kıymet taşımadığı, dolayısıyla akîdeye dair herhangi bir ispatta bulunamayacağı anlamına gelecek şekilde zikredilmektedir.Ancak bu, kelâmcıların söz konusu ifadeyle kastettikleri mananın oldukça uzağındadır. Gerçekte, bu cümle, haber-i vâhidin hiçbir değeri olmadığı iddiasını değil; onun taşıdığı zannîlik sebebiyle yakînî bir hüccet olarak görülmemesi gerektiğini anlatmaktadır.
Bu sebepledir ki Abdülaziz el-Buhârî, “Biz deriz ki: Kitap (Kur’ân) ile sabit olan şeyler, kesinlik (kat’iyet) ifade eder ve hem bilgiyi (yakînî ilmi) hem de amel etmeyi gerektirir. Ancak haber-i vâhid ile sabit olan şeyler ise, sadece amel etmeyi gerektirir, bilgiyi (yakînî ilmi) gerektirmez. Bu nedenle, onu inkâr eden kişi tekfir edilmez (kâfir sayılmaz)” demektedir.[1]
Bu ifade, haber-i vâhidin bağlayıcılığı ile mütevatir delillerin bağlayıcılığı arasındaki farkı net biçimde ortaya koyar. el-Buhârî bu ifadeleriyle, haber-i vâhidin amelî bağlayıcılığı olduğunu, fakat yakînî bilgi doğurmadığı için inkârının küfür sayılmayacağını açıklamaktadır.
Şöyle de diyebiliriz: Ulemaya göre akidevi konular ikiye ayrılmaktadır: Aslî olan meseleler ki bunlar dinin zarûriyyatını oluşturan ve inkâr edilmesi durumunda tekfiri gerektiren konulardır. Haber-i vâhid bu meselelerde ilmi gerektirmez ve delil olmaz. Bir de tâlî olan meseleler vardır ki, bunlar da iman edilmesi gerekli olan fakat inkâr edilmesi durumunda tekfiri mûcip olmayan mevzulardır. Ulemamız bu meselelerin haber-i vâhid ile sâbit olabileceklerini söylemişlerdir. Nitekim İbn Hümam’ın meşhur kelam tarifi bu noktayı aydınlatmaktadır: ‘Kelam, kişinin mükellef olduğu İslâm dinine mensub akaidi kesin bir ilimle, bazı meselelerde de zan ile delillerinden bilmesidir.’[2]
Haber-i vâhid, hadis usulü literatüründe, ravi sayısı tevatür derecesine ulaşmamış, fakat sened itibariyle sahih veya hasen kabul edilen rivayetler için kullanılan bir terimdir. Bu rivayetler, çoğunlukla zannî bilgi ifade eder. İşte kelâmcıların bu tür haberleri akîdede “yakînî delil” kategorisine koymamaları, onların zannî oluşundandır. Zira itikadî meselelerde inkârın küfürle neticelenmesi, ancak yakînî delillere muhalefet ile söz konusu olabilir. Oysa haber-i vâhid, zan ifade ettiği için, ona muhalefet eden kimsenin tekfiri mümkün değildir. Ancak bu gerçek, haber-i vâhidin hiçbir itikadî değeri olmadığı anlamına da gelmez.
Ulemamıza göre haber-i vâhid, sahih olup kendisine muarız başka bir delil bulunmadığında, iktiza ettiği şeye inanmak vaciptir. İbn Abdilber şöyle der: “Bizim benimsediğimiz görüş şudur ki: Haber-i vâhid (tek râvili sahih haber), bilgi (yakînî ilim) değil, amel gerektirir; tıpkı iki veya dört şahidin şahitliği gibi. Bu, fıkıh ve hadis ehlinden çoğunluğun görüşüdür. Onların hepsi, adil bir râvîden gelen haber-i vâhide inanç esaslarında da tâbi olur; onun üzerine dostluk kurar, düşmanlık eder. Bu tür haberleri şer’î bir delil ve din olarak kabul ederler. Ehl-i sünnet cemaati de bu görüş üzeredir. Ahkâma (amelî hükümlere) dair meselelerde de söylediklerimiz geçerlidir.”[3]
Dolayısıyla bu tür rivayetlerin gerektirdiği itikadî tavır, kesinlik değilse de bir inanç sorumluluğu doğurur. Buna göre, haber-i vâhid ile sabit olan bir akîde esasını inkâr eden kimse, kâfir olmasa da bid’at ehlidir, fâsıktır ve günahkâr addedilir.
Mesele bu çerçevede değerlendirildiğinde, bazı modernistlerin, “Mehdi inancı haber-i vâhid rivayetlere dayanır; dolayısıyla bu inanca itikat etmek vacip değildir” şeklindeki yaklaşımları, kelâm usûlü açısından eksik ve hatalıdır. Zira bunlar hem sahih senetlerle nakledilmiş hem de birçok farklı sahabîden gelen müteaddit rivayetlerle desteklenmiştir. Bu durum, onların tevatür sınırına yaklaşmasına yol açmış, dolayısıyla muteber oluşlarını pekiştirmiştir. Bu rivayetleri tamamen göz ardı etmek, sadece hadis usûlüne değil, aynı zamanda kelâmî geleneğe de ters düşmektedir.
Zira İmam et-Teftâzânî’nin de Şerhu’l-Makâsıd’ında beyan ettiği üzere, her ne kadar haber-i vâhid, usûl-i dîniyye (akaid) meselelerinde başlı başına bir hüccet kabul edilmese de, diğer naslarla desteklenmesi ve onlarla birlikte düşünülmesi hâlinde güçlü bir teyid unsuru olur. Yani mütevatir veya Kur’ân nassı gibi yakînî delillerin bulunduğu bir konuda, sahih haber-i vâhidler o anlamı pekiştirir, destekler ve tereddüde yer bırakmayacak bir bütünlük sağlar. Bu çerçevede, kelâmcılar haber-i vâhidi çoğu zaman doğrudan hüküm vermek için değil; mevcut delilleri teyit eden, onları açıklayan ve anlamı kuvvetlendiren yardımcı unsurlar olarak görmüşlerdir.[4]
Binaen aleyh, kelâm kitaplarında ahiret hayatına dair birçok husus da haber-i vâhid rivayetlere dayanılarak ele alınmıştır. Kabir azabı, mîzân, sırat, havz, şefaat gibi temel itikadî meselelerde kelâmcıların sahih haber-i vâhid rivayetlere başvurduğu açıkça görülür. Eğer bu rivayetlerin hiçbir değeri olmasaydı, kelâmcılar onları delil olarak kullanmazlardı. Dolayısıyla “haber-i vâhid akîdede delil değildir” sözü, rivayetin mahiyetini değil, delil oluşunun derecesini belirtmektedir. Bu haberler, akîdeyi inşa eder, ancak tevatür gibi inkârı küfre götüren kesinlikte değillerdir.
Bu bağlamda İmam Kevserî -rahimehullâh-ın Nazratun Abira’sındaki şu ifadelerine de yer vermiş olalım:
“Haber-i vâhid” başlığı altında bir başka mesele de şudur: Bilinsin ki, eğer kalp amelinden kasıt, tasdik ve itikad ise -ki aslolan ve amelin özü budur- o zaman haber-i vâhidle amel etmek gerekir. Çünkü bu konuda nass vardır. Nitekim Allah Teâlâ, haber-i vâhid ile gelen gaybî haberleri inkâr edenleri zemmetmiş (kınamış), kalpte doğrudan kabul edilmesi gereken bu gibi durumlarda şüphe ve zanla yetinenleri kınamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlar, oğullarını tanıdıkları gibi onu (peygamberi) tanırlar. Fakat yine de onu bile bile inkâr ederler.” (Bakara, 146)
Yine şöyle buyurmuştur:
“Kendilerine zulmeden kimselere ait olanları tanıdılar ama bile bile inkâr ettiler.” (Neml,14)
Bu âyetlerde inkâr, bilgiye rağmen, yani “amelî gerekçeyle değil, doğrudan kalbin tasdiki bağlamında” gerçekleştiği için Allah katında sorumluluk doğurmuştur. Bu da gösterir ki, haber-i vâhid, zorunlu bir bilgi (zarurî bir ilim) sağlamasa bile, inançla ilgili alanlarda bağlayıcıdır.
Fakihlerin çoğu da bu görüştedir: Haber-i vâhid, ahkâmda amel açısından bağlayıcıdır; inançta ise anlamı güçlendiren, teyit eden delil olur. Haber-i vâhid ile sabit olan husus, açık, meşhur veya kesin bilgi gibi olmasa da, sonuçta ona muhalefet eden, “bilerek inatla inkâr eden” kişi mesul olur. Zira kalp bir şeyi akid olarak benimsemişse, o artık tasdik (kalbin bağlılığı) sayılır ve buna rağmen yapılan inkâr, Allah katında cezayı hak eder.
Haber-i vâhidin bilgi sağlamadığına dair söylenen sözler, onun tek başına zorunlu bilgi sağlamadığı anlamındadır; yoksa mutlak mânâda hiçbir bilgi ifade etmediği anlamında değildir. Nitekim bu tür haberler, “gayba dair hadis kitaplarında yer alan sahih rivayetler” gibi, çoğu zaman anlam bütünlüğü içinde, diğer delillerle birleştiğinde kesinlik derecesine yaklaşır.
İlim ile itikad arasında ayrım yapmak gerekir. Şu anda insanların bir kısmı akîdenin anlamını bile tam kavramış değildir, oysa geçmişte âlimler bu ayrımı net şekilde yapardı. Bugün ise manayı anlamadan inkâr etmek sıradanlaşmış, bilginin değeri hafife alınmıştır.
Bazı kişiler “haber-i vâhid ilim ifade etmez” diyerek bu tür rivayetleri toptan reddetme eğilimindedir. Hâlbuki haber-i vâhid, sahih olup ümmet tarafından kabul gördüğünde, amelî hükümlerde olduğu gibi itikadî meselelerde de hüccettir. Nitekim bu, Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhûruna göre böyledir.”[5]
Netice:
Sonuç olarak, sahih ve sabit olan haber-i vâhidler, itikadî alanın dışında tutulamaz. Onların taşıdığı zannîlik, muteber oluşlarını ortadan kaldırmaz; sadece delil derecelerinin mütevatir gibi yakînî metinlerle aynı seviyede olmadığını ifade eder. Mütekellimîn bu noktada mutedil bir çizgi izlemiş, ne her sahih haberi mutlak inkâr edilebilir görmüş, ne de her rivayeti tekfir sebebi saymışlardır. Bugün bu inceliğin kaybolması, rivayetlerle gelen birçok hakikatin değerini kaybetmesine yol açmaktadır. Oysa sahih olan haber-i vâhid, inancı yönlendiren, ehl-i sünnet nazarında bağlayıcılığı olan bir delildir. Ancak bu delil, küfre hükmetmeye değil, sorumluluk yüklemeye yarayan bir delildir.
———————————————————————–
[1] Abdülaziz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr an Usûli Fahru’l-İslâm el-Bezdevî, Dâru’L-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, Baskı: I, I/131.
[2] Kemal İbnu Hümâm, el-Müsâyere fî İlmi’l-Kelâmi ve’l-Akâidi’t-tevhîdiyyeti’l-Münciyeti fi’il-Âhire, Yaınevi, Tarih: Yok, s. 5
[3] İbn Abdilber, et-Temhîd, Müessesetu’L-Kurtuba, 1/8.
[4] Sa‘duddin et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd fî İlmi’l-Kelâm, Dâru’l-Me‘ârifi’n-Nu‘mâniyye, Pakistan, 1981, 2/229.
[5] Muhammed Zâhid el-Kevserî, Nazratun Âbira fî Mezâ‘imi Men Yunkiru Nuzûle Îsâ aleyhisselâm Kable’l-Âhira, Kahire, 1987, s. 66-67.
Cevapla
Yorumları Görüntüle